21 Mart 2014 Cuma

Tarih-i Külhani

Dünyada olmuş bitmiş hadiseler hakkında Âni Abimiz Tarih-i Külhani'de yalan yanlış kıtır ve palavra şunlar buyurmuşlardır ki:

"Allahu Teâlâ’nın Âdem ile Havva'yı Cennet'ten kovmasının neticeleri pek iyi olmamıştı. Çünkü âdemoğullarından bazıları Dünya'yı cennet bellemiş ve zorbalığa meyletmişlerdi. İşte zevatın başında şöhretli Kral Sargon geliyordu. Bin bir zahmetle ekip biçip süt sağmadan bu adam, beleşten geçinmenin ve ondan bundan zorbalıkla avanta koparmanın bir yolunu bulmuştu. Çünkü adamın ceddi serseriydi. Önce üç beş kişiyle çiftlik basıp hayvanları afiyetle yer, o devirlerde nam ve şöhret ancak zulümle yayıldığından, hatta hem zalim hem mazlum tayfasınca aynı görüldüğünden çiftçileri öldürür, sadece birini sağ bırakarak onun, zorbalıktan ibaret efsanelerini civardaki ahaliye anlatmasını sağlar, bu çiftçi de zaten olan bitenleri bire bin katıp anlattığı için adamın şöhreti çabucak bütün havaliye yayılırdı. Zamanla bu zorbaya başka yiyiciler de katılmak istemişti. Ama yağma yoktu! Sargon maiyetine öyle aksırıklı tıksırıklı, hanım evlatlarını değil, bileğine güçlü, iş becerebilecek zorba ve zalim yiğitleri almak yanlısıydı. Geçtikleri yerleri çekirge sürüsü gibi kuruttuklarından, ekmeklerini kazanmak için sürekli seyahat edip yeni köyler basmak zorundaydılar. İşte âdemoğlu belki ilk kez, birbirine bu dönemde hakaret etmişti: Bir çiftliğin yağmalanması ardından ganimet bölüşüldüğü esnada, zorbalardan biri diğer bir zorbaya, ‘Korkak!’ dedi mi onu, kendilerini tırmık ve yaba gibi ziraat gereçleriyle müdafaa eden çiftçilerden tırstığı için yağmayı rizikoya sokmakla itham etmiş, dolayısıyla zorbanın ekmeğiyle oynamış olurdu. O devirlerde ekmek kolay kazanılmadığı için itham edilen şahıs kendisini korkaklıkla itham eden zorbaya hemen oracıkta cesaretini ispat için kavga başlatmaya, ona ağız burun girmeye mecburdu. Aynı şekilde âdemoğlu ilk kez bu dönemde birbirine gönül alıcı sözler söylemişti: Ellerindeki yabanlara direnen çok sayıda çiftçiyi demir kılıncıyla teker teker gebertip hacamat eden bir zorba, Sargon tarafından ‘Cesur!’ diye methedilir, ganimetten daha fazla pay kopartırdı. Aslında Kral Sargon, ziraatçılardan çok şey öğrenmişti. Çiftçilerin hayvanları evcilleştirdiği gibi o da, çiftçileri evcilleştirdi: Artık ineğin kanı değil, sütü içilecekti. Böylece ceddi vaktiyle serseri iken o, krallığını genişletti. Sarayında bir eli yağda bir eli baldaydı. Ayrıca çoluğu çocuğu torunu tosununun istikballeri, bu krallık sayesinde teminat altındaydı. Ama Allah’ın sopası yok, krallığı o vefat ettikten çok sonra yıkılıverdi. İşte bu yüzden, dünya hayatından ne kadar akam alıyorlarsa vefat da onlar için büyük bir korku kaynağıydı.

Sargon gibi diğer bir zorbanın, Ramses’in de vefat etmekten ödü patlar, bu yüzden sadece askerlerden değil, hekimlerden oluşsan bir ordu da beslerdi. Ama adam bu yüzden aklını oynatmıştı! Bu firavun ilahlığı ilan etti ve tebaasını ölümsüz olduğuna itikat ettirdi. Ancak kendisi, iman zayıflığından olsa gerek, ölümsüz bir ilah olduğuna pek o kadar inanmıyordu. Bu sebeple akrabalarından helal süt emmiş, itimat ettiği şahıslara, eğer günün birinde Emri Hak vaki olursa, hekimler ordusunu seferber edip onların, bedenindeki ölüm denilen hastalığı iyileştirmelerini sağlamalarını, hekimler bunu başaramazlarsa onların tek tek ölüdürülmesini vasiyet etmişti. Ama hekimler anasının gözüydü ve merhum firavunun akrabalarına, ölüm denilen hastalık için gereken ilaçları verdiklerini, ama ilaçların tesirinin asırlar sonra görüleceğini yemin billah ede ede anlatmışlardı. Böylece mimarlar ordusu seferber edilerek Ramses’in bedeninin arsılarca muhafaza edileceği bir piramit inşa edildi. İşte firavunları birer müşteri olarak kabul eden mumyacı hekimler ve piramit mimarlarının başını çektiği bir ahret sanayi ortaya çıktı. Önce bir talep patlaması olmuştu. Ama ilmin sırlarının saklanmayıp ona buna öğretilmesiyle arz arttı ve nihayet sıradan bir köylü bile, kendini karınca kararınca mumyalatabiliyor ve mütevazı piramidine defnedilebiliyordu. Gerçi Ramses kendine piramit yaptırmıştı ama, bunda kibir mibir yoktu. Bu sadece sağlık sıhhat nedeniyleydi ve zavallı, ahrette selamette kalmak azmindeydi. Gerçi adam ilahlığını da ilan etmişti. Ama o devirdeki ilahların hemen hepsi alçakgönüllüydü ve hiçbiri, ‘Dünyayı ben yarattım!’ demiyordu.

Ama tüccarlar yok mu! Hani şu Yunanlı tüccarlar! İşte bu hergele takımı ne Sargon’a ne de Ramses’e benzerdi. Ne açıkgöz ne cin fikirliydiler! Pazar yerinde uygun müşterileri buldular mı, adamın elini kavrayıp bırakmaz, pazarlık esnasında müşterilerinin kolları omuzlarından çıkana kadar ha bire sallar da sallar, nihayet kendi analarını on kuruşa satarlardı. Tüccar Yunanlı’ya göre para ile imanın kimde olduğu belli olmadığından, bar bar bar konuşan farklı milletler onlar için sadece kazıklanacak birer müşteriydiler. Kah Sargon’un kah Ramses’in züriyeti sarayda yahut tapınakta ahıreti tefekkür ederken, Yunanlı tüccar yatırım hesabı, daha doğrusu sadece hesap yapardı. Adamların hesaplarının doğru olması icap ediyordu, yoksa topu atarlar, parasız çulsuz kalırlardı. Tüccarın hesabı öyle bir şeydi ki, tılsım büyü dua para etmez, ancak adam aklını kullanırsa doğru çıkardı. Para hırsları attıkları kazıklar ve hesapları sayesinde öyle zengin oldular ki, sikkeleri kadar akılları da som ve saf oldu. İşte bu akılla felsefe denilen faaliyetin mucidi oldular. Eflatun nam bir feylesof ‘Bu dünya, fikirler aleminin bir taklididir’ dediğinde Fars kralı Dârâ ‘Nah! Asıl fikirler, bu dünyanın bir taklididir’ demişti. Batılı ve açıkgöz Yunanlılar’a karşı Dârâ’ya bir Yunanlı sahtekar tüccarın kendisine Apollon mabedini satıp, ihtiyarlık günleri için biriktirdiği parayı aldığını, bir başkası ise, amfitiyatro karşılığında yine bir Yunanlı’ya dünya para verip dolandırıldığını söyleyip sızlanıyordu. Fars Kralı Dârâ haksızlığa gelemeyen bir hükümdardı. İşin daha da tuhaf yanı, Yunan milletinin kralı bile yoktu ve bu cibiliyetsizler, menfaatlerini kollamak için reislerini rey ile seçerlerdi. Zaten reislik onlar tarafından zül ve zahmet addedildiğinden, devlet meseleleriyle uğraşmayana ceza kesilirdi. Bu yüzden ordusunu toplayıp öfkeden ağzında köpükler saça saça Yunanistan üzerine yürüdü ve taş üstünde taş bırakmadı.

Ama daha sonra zuhur edecek Filip nam bir kral vardı ki bu diğer Yunanlılar’a pek benzemiyordu. Bu adamın parada pulda gözü yoktu. Anlaşılan o ki oğlu İskender de kendisi gibi olsun, fetihlerle krallığını neşletsin isterdi. Hatta oğlunun istikbali için onun tahsilini de düşünüp Aristo nam bir feylozofu İskender’e hoca tuttu. İşte bu oğlan daha sonra Muhteşem İskender namıyla ordusunu Fars diyarına sürecek, bu diyar ahalisinin canına Yasin okuyup Fars Krallığı’nın çırasını yakacaktı. Hocası Aristo ona, insanoğlu denilen çiğ süt emmiş yaratığın ‘düşünen hayvan’ olduğunu anlatmıştı. Bu sıralarda bir hayvan, bir kurt, Romus ve Romulus nam Rum ikizini emzirmekteydi ki, bunlardan ikincisinin zürriyeti dünyanın anasını ağlatacaktı. Roma’yı da zaten ikincisi kurdu. Bu şehirde, ‘Aman kimse kral olmasın da hürriyetimizi kaybetmeyelim!’ diye ‘senato’ adı altında bir moruklar meclisi bile vardı. Gayet haklı olarak o kadar ödlek o kadar tabansızdılar ki, kendi askerlerinden bile ödleri kopardı. Çünkü Allah korusun, ordunun paşası şeytana uyar da ellerindeki askeri kuvvetle Roma’yı işgal ederse, al sana bir zorba! Bu yüzden kendi ordularının Roma’ya girmesini yasaklamışlardı.

Ama günün birinde Sezar nam bir paşa, ordusuyla alkışlar arasında Roma’ya girdi. Herkes onun iktidarı alıp ona buna çatarak zorbalık yapmak istediğini zannetmişti. Ama onun amacı iktidarı değil, çocukluğundan kalma Gülgoncası’nı almaktı. Fakat nerede ve kimde olduğunu bilmiyordu. Asker olmasına rağmen sormaya da cesarti yoktu, sadece senatoda moruklar onu bıçaklarken evlatlığı Brütüs’e ‘Sende mi Brütüs?’ diye sorabilmişti. Sezar’ı övdükten ve gömdükten sonra harpler ve fetihler devam etti. Cümle alem Rum mezalimi altında inim inim inliyordu. Anlaşılan bu dünya cennet falan değil, cehennemin ta kendisiydi. Cennet olmasaydı, onu icat etmek gerekecekti. Nitekim biri etti ve onu da çarmıha gerdiler. Fakat hatırası unutulmayacaktı. O, büyük bir krallığı MÜJDEliyordu. İşte bu krallığın tebaası, ölümden sonra cennette yaşayacaktı. İşin tuhaf yanı, dünyada kim en çok çile çekerse, bu krallığın gözdesi olacaktı. Rum zulmü, bu dinden olanlar için biçilmiş kaftandı. Ancak Konstantin nam bir kral, zahmetli bir harbi, rüyasında haç gördüğü için kazandığını zannetti ve bu dini, Rum diyarının resmi dini ilan etti. Fakat fetihlerle akan zenginliğin getirdiği rehavet bir yandan, tokat şakladıktan sonra diğer yanağı çevirme düsturu diğer yandan, Rumlar zayıflamıştı. Nihayet Alarik nam bir barbar Roma’yı yağma etti ve Odavakar adlı diğer bir barbar da Rum kralının bizzat kendisi olduğunu cümle aleme duyurdu. Roma’da Rumlar’dan iz eser kalmamıştı ama bir tek şey dışında: Papa!

İşte bu şahıs rahiplerini saf ve vahşi barbarların arasına saldı. Papa’nın adamlarının anlattığı doğruysa, barbarları büyük bir tehlike bekliyordu! Barbar sormuştu: ‘Nerede bu tehlikeli şey? Göster de mahvedeyim onu!’ bu sırada kanlı baltasını kaldırmıştı. Papa’nın adamı, ‘işte! Tam arkanda!’ deyince, barbar arkasını dönmüş ama kimseyi görememişti. Bunun üzerine Papa’nın adamı olan rahip ‘Nereye dönersen dön, o her zaman arkandadır, O Seni yaratan ilahtır ve şu anda canını almaya hazır! Diz çök! Af dile! Vaftiz ol!’ demişti. Böylece barbarlar Papa’nın sözünü ettiği varlıktan korkmakta bir sakınca görmediler. Varsın böyle bir ilah olsundu! Zararı yoktu. Ama bu adamlar şarap içince birbirlerine, doğrusu pek korkunç masalları hakiki diye anlatıyorlardı. Bu sebeple onları rahipler değil, asıl kendileri dindar kıldı. Üstelik kiliselerdeki duvar resimleri de o devirlerde, ressamlar pek maharetli olmadığından, insanın içine ürküntü veriyor, din ulularının suretleri mumların titreşen ışığında adamların içine dehşet salıyordu. Böylece barbarlardan ezkaza kral olanların kafalarına, bizzat papa tarafından taç yerleştirildi. Ayrıca sevap kazanmak için Papa, bu cahillere az buçuk ilim irfan bile öğretti. Ama yine de pek vahşiydiler! Hele içlerinde bir piç vardı ki Vilyam adını taşıyordu. Piç diye alay edilen bu adam sonunda bismillah deyip ordusuyla Britanya’yı fethetti. Fespinister Kilisesinde İngiltere Tacını giyip derhal Fatih Vilyam diye anılmaya başladı. Derken kralların teker teker kıçları kalkmaya başladı. Vilyam’ın zürriyetinden Rişar, kahramanlığıyla nam salmıştı. Papa ona ve sair krallara ilahlarının çarmıha gerildiği mukaddes toprakları fethetmeleri için fitil verince, binlerce serseri ve zorba yola revan olmuş, ama Papa’nın bu şekilde kıl atmasının neticesi hüsranla sonuçlanmıştı. Arslan Yürekli Rişar gurbetten memleketine dönemeden vefat etti. O cesur biriydi. Fakat işe bak ki, ondan sonraki Con, epey tıynetsiz çıkmıştı. Milletine laf lakırdı dinletemedi. Tebaası büyük bir kartona arzuhal yazıp adamacağızın önüne koydu. Kral da Büyük Karton’a mührünü basmaya mecbur oldu. Pap’nın pompaladığı harp, yine tüccarın işine yaramış, bu taife ziyadesiyle zengin olmuştu. Ama bu, birçok kişinin işine geldi. Hin tüccarlar sayesinde paranın akması sonucu, kilise duvarına o dehşetengiz resimler yapan, menazır hissi bozuk, beceriksiz ressamların yerini, hisli ve içli, narin ve nazik, eli işe yatkın üstadlar alınmıştı. Bu sanatçılar, hepsi birer şaheser olan resimler ve heykeller yapa yapa keselerini dolduruyorlardı. Hele hele üstadlardan biri, tam 16 kilisenin tavanını boyayıp servetine servet, şanına şan katmıştı. Çünkü kabiliyet olduktan sonra herkese ekmek vardı.

Gel gör ki elalem dünya kadar para kazandıkça adamın birinin ağzının suyu akıyordu. Bu zat, para ve sabit gelir peşindeydi. Az buçuk bilgisi ve yarım aklıyla Kraliçe İzabella’nın huzuruna çıkan bu adam allem etti kalem etti ve kadıncağızı kendisine üç sefine vermeye ikna etmeyi başardı. Kolomp nam bu zat, sefinelerle Hindistan’a varacak ve oranın valisi olacaktı. Derken uçsuz bucaksız deryaya yelken açtı ve hakikaten de haftalar sonra karaya vasıl oldu. İşte bu yepyeni dünya, altun ve gümüş kaynağıydı. Çok geçmeden sefineler, yüzlerce ton altın ve gümüşü limanlara taşıyorlardı. Ama bu madenler ne yenilir ne de içilirdi. Bu işler zevkü sefa içinde yaşayan krallara ve kişizadelere bırakılmayacak kadar nazikti. Böylece Hindistan’a ticaret yapacak şirketler kurulmaya başlandı. Şark sultanlarının zenginlikleri harplerde kazanılan altın, gümüş, zümrüt, elmas gibi abuk subuk şeylerden gelirken, Hindistan Kumpanyası’nın zenginliği pamuk, tütün, baharat, ipek gibi daha mütavazı mallardan oluşuyordu. Para olduk gibi akmakta hemen herkes zengin olmaktaydı. Papa bile endüljansla ihtiyacı olan günahkarlara cennetten parsel parsel arsa satmıştı. Ama papazın biri bu koftiyi yutmamış ve Papa’nın gazabını celp edecek şekilde bir beyanname karalayıp bunu mabedinin kapısına çivilemişti. Bu yetmiyormuş gibi bir de ilahlarının sözlerini kulağı olan işitsizn, okuması olan söksün diye kendi lisanına tercüme ederek fitne çıkarmıştı. Daha da kötüsü, Papa’nın alimleri Latince okurlarken, zamane alimler kitapları fırlatıp atmış, rasathanelere, tabiplerin teşrih odalarına ve laboratuvarlara girmeye başlamışlardı. Artık kitaplar değil, Tabiat’ın kendisi okunuyordu. Bu da elbette küfürdü. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi İngiltere kralı, karısını boşamak için kız tarafını tutan Papa’yı yok bile saymıştı. Ama bu adamın ülkesinden daha sonra kendi dini hürriyetleri için bir grup hacı, Mayısçiçeği adı taşıyan bir sefineyle Yeni Dünya’ya göç edip orada kendilerine itikatlarına yaraşır bir hayat kuracaktı. Zamanla bu kıtaya daha da fazla muhacir geldi. Bunlar Rum lisanındaki tabirle birer kolonus yani birer çiftçiydiler. Yaşadıkları yere de koloni deniyordu. Bu çiftçiler aralarında azalar seçip onları meclise yolluyor, ama mecliste daima İngiltere kralının valisi söz sahibi oluyordu. Üstelik bu adamlar İngiltere ye dünyanın vergisini veriyorlardı. Nihayet vergiler bellerini büktü, şimdi ve burada seçme ve seçilme hakları olduğu halde dağa çıkanlardan farklı olarak bu çiftçilerin, İngiltere meclisinde kendilerini temsil etme hakları yoktu. Buna tahammül edemeyip isyan ederek bir bağımsızlık beyannamesi kaleme aldılar. Fransa kralı Lui den de yardım görüp galip geldiler.

Ama Fransa kralı hem bu harp hem de zevcesi Mari Antuanet’in müsrifliğiyle milletini fakir düşürmüştü. Zaten ekmek derdinde olan insanları ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ sözü iyice galeyana getirmişti. Baldırı çıplaklar böylece Bastil denilen kaleye yürüdüler ve burayı zapt ettiler. Derken bu namussuzlar, kendi krallarının kafasını kesti. Demek ki kralların da kafaları kesilebiliyordu. Haydi bu bir derece haklı görülebilirdi. Ama ‘ihtilalin alimlere ihtiyacı yok!’ dedikten sonra tabiat aliminin kellesini uçuran donsuz serseriye ne demeliydi? Derken ortalıkta kan gövdeyi götürmeye başladı. Baldırı çıplak ahali birbirlerine, krallarının onlara yaptığından daha fazla zulmettiler. Çünkü mağlupken mazlum, galipken zalimdiler. Kralın kafasının kopartılmasının ardından ortalıkta Sargon’dan ve hatta Firavun’dan bile daha zalim bir canavar peyda olduverdi. Bu canavar, Leviathatn, halk yığınlarının ta kendisiydi. Asırlardır kendilerinden emilen kanı, bir anda iştahla ondan bundan, hatta birbirlerinden emmek istiyorlardı. Ardından Napolyon nam bodur bir topçu bu keşmekeşe son verdi. Canavarlarını kavmiyetçilikle ta Rusya’ya sürüp telef etti. Kleopatra’hnın burnu iki santim kısa, topçunun da boyu on santim uzun olsaydı tarih akışı değişirdi. Derken iştirakiler paiyahtta barikatlar kurdular. Kendilerinin köle olduklarını da söylüyorlardı. Oysa Cemahir –i Müttehide’deki köleliğe son vermek için çıkan dahili harpte ölen beyazların sayısı neredeyse, orada bulunan zenci kölelerin sayısına eşitti.

Öte yandan Karl nam bir Germen, onlara imalattan gelen kudretlerini kullanmalarını tembih ediyordu. Oysa kitleler üretimden çok yıkıma yarıyordu. Şehirlerin sokaklarına barikatlar kurup iştiraki bir hayat için muharebe ettiler. Medeniyet adına ne varsa, silmesinin bizzat kendilerinin mamülü olduğunu, dolayısıyla başka hiçbir şahsın bu kalemler üzerinde hak iddaa edemeyeceğini söylüyorlardı. Evet! Kitleler bartuttan sonra keşfedilen en ölümcül silahtı. Onları artık krallar değil, halk avcıları kullanabilirdi. Çünkü kitleler dalvaukları severlerdi. Tek iken sefil, zavallı ve haksız, bir araya geldiklerinde ise şerefli, kuvvetli ve haklı oluyorlardı. Bu on pezevenkin bir araya gelince bir aziz etmeleri kadar akla havsalaya sığmaz bir şeydi. Derken büyük harp çıktı da biraz susar gibi oldular. Yine ölen de öldürülen de onlardı. Ama şimalde bir memlekette Çar’ın da Çariçe’nin de çocuklarının da çırasını yaktılar. Ardından kıtlıktan milyonlarca insanın vefatına yol açtılar. Şahlanan bu canavarı dizginlemenin bir yolu olmalıydı. İşte vaktiyle onlara ölümden sonra da olsa bir cennet vadeden ilahlarının gerildiği haç , kırıldı ve bu kez gamalı olarak onları tekrar şahlandırdı. ‘Hay- Hitler!’ diye bağırıyorlardı. Sene 1934 idi.”

İhsan Oktay Anar - Yedinci Gün  / Sayfa 189- 198 Arası

Çok uzun bir yazı, eğer tamamını okuyan varsa bana ulaşsın çay ısmarlayacağım :)



16 Mart 2014 Pazar

Hayalperest yaşayan biri

Barış Manço - Ride on Miranda 

Fabrikatör olan bir tanıdığım var. Aslında o ne isterse o olabiliyor, hayal ediyor ve oluyor bu kadar basit. Kimsenin onun saçmalayıp saçmalamadığını düşünüp düşünmediğini umursamıyor ve kimsenin de davranışlarını yargılamıyor.

Dikkatli yaklaşıyor her konuya, çoğu zaman net bir hayalperest. Bir peçete onun için bıyık, peçeteden bir bıyık da onun için şapka olabiliyor. Filleri çok sever, aklına estiği zamanlarda o da portatif hortumu olan bir fildir. Hortumunu her zaman yanında taşımaz. Gerek duymadığından değil, pratik biri olduğundan dolayıdır. Bence hortumunu sonradan kendi söktü ve portatif hale getirdi, çünkü pratikliğin raconu budur. Anlayamazsınız.

Tek tük sigara içer, zararlı olduğunu bilmediğinden değil, ya da çok keyif aldığından da içtiğini sanmıyorum. Ortamın raconu gereği içer sigarayı. racon onun için önemli şeydir vesselam. Yürümeyi sever, tembel değildir. Ah yoruldum vah dizlerim diye sızlanmaz yürür gider, önünü alamazsınız.

Nedenini bilmediğim şeylerin nedenini aradığımı, arayış yolunda bir yolcu olduğumu söylediğimde dalga geçmedi. Çok anlamadığı şeylerle dalga geçmez, ucundan kıyısından anlamaya çalışır, anın keyfine bakar.

Herhangi bir şeye tutkusu var mıdır bilmiyorum. Peşinden gittiği bir şey var mı, ya da arayış içinde olduğu bir olgu var mı bilmiyorum. Hayalperest birini çok sorgulayamam.

Fabrikatörlük zamanı ne kadar sürerse sürsün, inandığım şeylerin bazılarına inanmadığını bilsem de, hayatıma katkı sağlamış bir hayalperest o.

Yazının başında paylaştığım harika şarkıyı da dinlemeden etmeyin. Hatta "Nick the chopper" albümünü dinleyin :)



14 Mart 2014 Cuma

Huysuz bir adamın günlüğü

Huysuz bir adamın günlüğünü okudunuz mu hiç?
Genelde anlamsız geliyordu kelimelerinin dizilişi, bir sonuca varmıyor gibi sıralanıyordu kelimeler birbiri ardına. Hep karanlık sokaklarda geziniyor, uzaklaşıyordu gürültüden, kavgadan ve kahkahalardan.

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum. Yağmur yağıyor sokakta, hayaller kuruyordu sokaktaki lamba, lambadaki o harika sokakta.

Yağmur yağıyor, huysuz bir adam sokak lambasını geride bırakmış yürüyordu. Uzaktan bir itfaye aracının ritmik sireni belli belirsiz işitiliyor, sokakta yürüyen adamın yüreğinde bir ateş hararetle yanıyordu.

Huysuz bir adamın günlüğünde yazıyordu doların ne zaman yükselip ne zaman düştüğü. Ve kuveyt dinarının göklerde uçtuğu. 'Gökyüzüne şatolar kurmak için ne dolara ne dinara ihtiyacım var' diye bitiyordu kenarında bir bulut ve mutluluk çizilmiş saman kağıdından sayfa.

Zamanla barışmış olduğunu anladım yazdıklarından. Pek acelesi ve şaşkınlığı yoktu. Dolu dolu yaşamak için ayrıca bir çaba sarfetmiyor ve kafasından geçenleri kimse bilmez, kimseler tam manasıyla anlayamazdı. Bu bir artistliğin göstergesi değildi. Şöyle yazmıştı "Hafif serin bir sabah, şansıma rüzgar kuzeyden esiyor. Ben güneye gidiyorum, solda güneş yükseliyor ve insanların kafasında ne düşüncelerle gözlerime baktığını çoğu zaman anlayamıyorum. Buna rağmen kendimi huzurlu ve şanslı hissediyorum. Rüzgar kuzeyden esiyor.."

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum. Tarihler ardışık değil, düzensiz yazılmış bazıları bir kelimeden oluşan yazılar bile var. Kafasına estikçe yazıyor belki. Belki etkilendikçe yazıyor. Yırtılmış sayfalara rastladım. Muhakkak olmalı her günlükte yırtılmış sayfa, belki sırf bunun için huysuz bir adam tarafından yırtılmış olabilir onca sayfa.

Huysuz ya da değil, herkesin bir günlüğü olmalı. Hayallerini, kırgınlıklarını, pişmanlıklarını, mutlu anlarını ya da her ne isterse yazmalı, istiyorsa köşesine- berisine, ortasına, kıyısına bir şeyler çizmeli insan. İlle de birileri beğenecek diye yazacaksın diye bir kaide yok, herkes kendince nedenler bulabilir yazmak için.

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum. Adam neden yazıyor bilmiyordum.
Ben Fetih hocanın "stokastik" dersinde çok sıkıldığım için, onun günlüğünden aklımda kalanları yazdım. Ya da öyle düşünmenizi istiyorum.

13 Mart 2014 - Ankara'ya 30 km.
Mr. Zagoncu

12 Mart 2014 Çarşamba

Bir Avm Uğruna Elvan

Hep bir şeyler oldu bu topraklarda ve yine bir şeyler oluyor. Kendi yazdıklarımdan ziyade başkalarının yazdıklarını paylaşacağım bu gönderide. Bir yangın var hepimizin yüreğinde. Acılarımız ortak ancak yıllardır taraftarlığımız yüzünden duygu ortaklığımıza rağmen bir araya gelemiyoruz, birbirimizi etiketliyor ve ötekileştiriyoruz. Bu durumun bedelini ağır ödedik ve ödemeye devam ediyoruz.

Şeyh Bedrettin Destanı'nda anlatır Nazım Hikmet bir şeyler, der ki;

İznik gölünde akşam oldu. 
Bedreddin eğildi suya 
                         avuçlayıp doğruldu.
Ve sular 
parmaklarından dökülüp 
tekrar göle dönerken 
                             dedi kendi kendine: 
«— O âteş ki kalbimin içindedir 
       tutuşmuştur 
       günden güne artıyor. 
       Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna 
       eriyecek yüreğim..

Günden güne artıyor bazılarımızın içindeki ateş. Çok söz söylemeyeceğim. Bir ekmek için bir can ödenen ve paslı bıçaklarla adam öldürdükleri kanıtlanan insanların tahliye edildiği zamanlardayız. Mazlumun hakkı korunmadığı sürece bizi kimin yönettiğinin önemi kalmıyor.

'   Berkin Elvan daha genç bile değildi. Halk arasındaki tabiriyle daha bıyıkları terlememişti.
14 yaşında girdiği komadan 15 yaşında da çıkamadı. Kararı verilmiş bir AVM kavgasında hayatını kaybetti. Tıpkı Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım ve polis memuru Mustafa Sarı gibi.


    Basit bir ağaç hassasiyetiyle başlayan eylem, başladığı yerde söndürülecek ve toplumsal barışı yerle bir etmeyecekti ki, ‘verilmiş karar’ uğruna buna müsaade edilmedi. On yıllar sonra ilk defa bulma ihtimalimizin doğduğu toplumsal uzlaşma imkanı da bir AVM uğruna çarçur edildi.
    Her toplumsal talebe yumrukla cevap vermenin Türkiye’yi getirdiği noktayı görüyor musunuz? Başbakan milli iradeyi, her dediğini, her düşündüğünü yapabilme hakkı olarak değerlendiriyor. Beş yılda bir sandıkta oy vermeyi, ülkedeki bütün iradenin bir kişide toplanması için yeterli görmek, hangi demokrasi anlayışına sığar.


    Başbakan, Gezi olaylarında tansiyonun düşmesine asla müsaade etmedi. Araya girmek isteyip tansiyonu düşürme gayretinde olan Kadir Topbaş’ın, Bülent Arınç’ın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün çabalarını boşa çıkarttı. Bir belediye başkanının karar vermesi gereken konuya sürekli müdahil olup gerilimi yükselttikçe yükseltti. AVM yapmaktan vazgeçip ağaçları koruma sözü vermek yerine, kendisini destekleyenleri sokağa dökme tehdidinde bulundu. Kabataş’ta başörtülü kadına saldırı olayından, Dolmabahçe’deki camide içki içildi tezviratlarına kadar birçok konuda yapılan açıklamalarla toplum bölündükçe bölündü. Gezi Parkı’na yapılacak AVM bir can eder miydi? Bir değil tam sekiz cana sebep oldunuz. İnatla tansiyonun düşmesine müsaade etmediniz. Yumruğa yumrukla, sopaya sopayla, kurşuna kurşunla mukabele ederek ülke mi yönetilir? Hele Türkiye gibi bir ülkede bu metodun nasıl sonuçlar doğurduğunu defalarca görmedik mi?


    En kolay katlanılan başkasının acısıymış ama birazcık vicdan taşıyan insan başını yastığa koyduğunda 14 yaşındaki bir çocuğun öldürülmesini içinde nasıl taşıyacak merak ediyorum. Sadece Berkin Elvan’ın değil Ali İsmail’in, Ethem Sarısülük’ün, polis memuru Mustafa Sarı’nın ve diğerlerinin ölmesine değdi mi? Buradan ‘milli irade’ pazusu göstermenin manası var mıydı? Allah muhafaza o çocuk kendi çocuğunuz olsaydı da, ‘milli irade milli irade’ lafları etmeye devam eder miydiniz? Yoksa bir kere dönüp de “Bir AVM yüzünden bu çocuğun hayatını kaybetmesine, bu kadar bölünmeye, bu kadar kamplaşmaya hiç gerek yoktu. Bu ateş kıvılcımı, olduğu yerde sükûnet ve suhuletle söndürülebilirdi.” diyor musunuz?


    Başbakan, Gezi olaylarında yaptığı gibi bugün de kendi ha
talarının bütün faturasını başkasına, bir heyula ortaya çıkartıp ona yüklemeye devam ediyor. Gezi olaylarının başlamasındaki hataları, başarısızlıklarını, Kabataş ve Dolmabahçe açıklamalarındaki yanlışlıkları görmezden geliyor. Yargı ve emniyete darbe vurarak devletin çivisini çıkarttığı gibi, toplumsal emniyetin, barışın ve huzurun da çivisini çıkartmış durumda. Her meydanda öfke dili, nefret dili, kin ve şiddet diliyle demokratik bir toplumu sindirebileceğini, korkutabileceğini zannediyor.


Mehmet Kamış - 14 Mart 2014 - Zaman Gazetesi'