6 Aralık 2014 Cumartesi

Aynalar

Aynalar yansıtır bir'i diğerine. Değer verir insanlardan biri diğerine.

Uzunca zaman olmuş sözcüklerimi, düşlerimi, düşündüklerimi yansıtmayalı bu sayfada. Hayatlar başladı, hayatlar söndü, sevdalar yaşandı, aşıklar öldü. Bazılarımız sınavlar kazandı, bazılarımız tekrar denemek için kendi telaşına kapıldı.

Hep kendi telaşlarımız peşine düştük. Birbirlerimizi anlamak için çaba sarf etsek de çoğu zaman geçemedik üşengeçliğimizden bir başka pencereden hayatı seyretmeye.

İlk defa bir lisenin bahçesinde 4,5 yaşındayken bir şiirle hitap etmiştim insanlara.
Zaman geçti, şiirler yazdım, şarkılar söyledim, düşler denizinde rüzgar bekledim.
Biraz alışınca dalgaları izledim, martıları görene kadar sabırla bekledim.
Ne zaman karaya ulaşsam, buharlaşan düşler yağmur oldu yağdılar, sisler bulvarında kayıp oldu martılar..

Yolumuz uzun yavrum, ve seçimler sıralı. Markov Chain  diyorlar raconu budur, devam edeceksin, yola ne getireceği belli olmasa da. Ben de o insanlardanım sanırım. Sonu belli olmayan yollardan korksam da tercih ederim. Aslında hiçbir yolun sonu belli değildir.

"sen paçaları sıvarken deli dereyi geçer".

Tiyatrolar güzeldir.

Yüzüklerin efendisi bir efsane değildir. Bilmiyorum.

Sence?

17 Temmuz 2014 Perşembe

hiçkimsenin alıntılarından

Kimselerin bilmediği kitaplardan alıntı yapmak isterim;

Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek için dünya. Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! sonsuzluk dediğimiz budur.

Nerden başlasam yine oraya geliyorum. Ben gidiyorum. Ölüme, o büyük tümceye çalışacağım. 

'Alıntıların bile karamsar' demişti silgi, silmek isterken cümlelerimi. Ancak ümit için bir şiir yazarak ikna edebildim onu; silgiyi.

Erken yaşta ağır kitaplar okumaktı seni seyretmek
Kaçınılmaz olan o büyük tümceye yaklaşırken bedenim
Hüma kuşu aşamaz okyanusu suya bakarak
Işık olsan karanlığıma elimden tutarak

Gülümsemeyi bilen yoldaşlarımız oldu
Sisler bulvarında yürüdük günlerce hiç durmadan
Kaybettik ve kazandık, kalplerimiz doldu
Masallar anlattı bize huysuz bir adam

Hep gidiyorum, su akıyor ve fikir..
Hava serin, bir vadinin ortasındayım karanlık ve derin
Yıldızlar semada fısıldıyorken bana
Aklımda bir imge var, sen ve ben yan-yana

Günler geçti ardından o derin vadilerin
Şimdi tekrar ben, evim; denizlerdeyim
Huysuz bir adamın masallarını taşır rüzgar
Her kışın ardında yeniden bahar
_____________

Yolculuk, ahh uzayıp giden yol, ne güzeldir yürümek o yolda. Ne güzeldir olmak o yolda. 

24 Haziran 2014 Salı

gelir aklıma

Yılmaz Odabaşı'nın bir şiiri gelir aklıma "vurulup düştükçe, düştükçe sana koşmaktan caymayacağım. gece insin, el ayak çekilsin gelip kapında ağlayacağım". Ben dayanamayıp yazmaya başladığımda, kalemim kağıt ile buluştuğunda gelir aklıma şiirin bu parçası. Dayanamam, el ayak çekildiğinde defterimin kapısını çalarım anlatırım ona bazen ne anlattığımı bile bilmeden.


Serin bir sabahtı, erken kalkıp bir bardak su içtim, yüzümü yıkadım, pantolonumu ve ceketimi giydim. Kaskımı alıp dışarı çıktım, motosikletin tozunu silip, eldivenlerimi ve kaskımı giyerken motoru boşta çalıştırdım. Gece çiseleyen yağmurun kokusu yan bahçemizdeki iğde ağacının kokusuyla karışıyordu. Yola çıktım, nereye gittiğimin önemi olmadığı sadece uzaklaşmak için yolda olduğum zamanlardan bir tanesiydi. Gelir aklıma ben yoldayken beraber hayaller kurduğum yoldaş(lar). Bazıları halen yanımdalar, gelir aklıma unutanlar ve unutulanlar..


Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum. Hayat Kafe'de sigara içilen kesimde arkadaşlarıyla oturuyorlar. Herkesin yüzünde bir gülümseme. Şöyle yazmaktadır günlükte "yine sıradan insanların alışılagelmişlikleri normal kabul ettikleri sıradan bir gündü. sıradan insanların kendilerini farklı hissettikleri boktan bir kafede oturuyorduk. ben de öyle davranıyordum. espriler döner laf lafı açar şen şakrak muhabbetler ederdik. geceleri bu düşünceler beni rahatsız ediyor. şen şakrak muhabbetler eden boktan insanlardan biri olarak ben gerçekten mutlu olmuş muydum?".Ve Balzac'ın bir sözü gelir aklıma

'başkalarının mutluluğu artık mutlu olamayacak kişilerin sevincidir'*


Burada da bir şeyler yazıyor yayınlıyorum ama gelir aklıma; kim okur yazılarımı da belki dünyada bıraktığım bir kelime gelir aklına.


*Balzac / Vadideki Zambak / 331


7 Haziran 2014 Cumartesi

kendini engelleyen adamın anlattıkları (1)

Bir kitap okuyordum, neredeyse sayılamayacak kadar çok ana karakteri olan çözümlenemez bir kitaptı. Karakterlerden ikisi; bir yaramaz kız çocuğu ve onun en sevdiği arkadaşı sayılmayan ancak hoşlandığı bir çocuktu. Yaramaz kız çocuğunun adı fil olsun, oğlanın adı ise filinta. Bizim Fil ile Filinta bir gün koskoca ağaçların olduğu bir yolda yürüyüp muhabbet ederlerken laf döner dolaşır ve Filinta'ya 'sen  kendini engelleyen adamsın.' der.

Aradan yıllar geçer ve kendini engelleyen adam büyür ve bisikletiyle hindistana yolculuğa çıkar, amacı bir budist tapınağına kabul görüp kendinin de ne olduğunu bilmediği aradığı 'şey' i bulana kadar orada vakit geçirmektir.

Kendini engelleyen adam anlatıyordu;

Daima yürümeyi tercih ettim, yürürken hayal kurdum, bazen hayallerimde dahi hayal kurar olmuştum. Bazen bunu o kadar abarttım ki bunun bana zarar verdiğini düşünmeye başladım. Oysa tek ihtiyacım olan bu hayalci benliğimi anlayıp hayallerime ortak olabilecek hayalimdeki arkadaşı bulabilmekti.

Daima yoldadır insan, biliyorum bazılarınızın aklına asfalt veya toprak yollar geliyor 'yol' denilince sadece. Ben henüz ilk okula giderken babam 'her erkeğin ihtiyacı olan tek şey bir amaçtır' demişti. Babamı kaybettikten çok sonraları ne demek istediğini anlayabilmiştim. 'Hayata karşı bir duruşun olacak' dediğinde babam, ben lisedeydim. Hayatın karşısına geçip durmak istemiş ancak hayata karşı sağlam durabilmek için hayat ile el ele tutuşmak gerektiğini daha sonraları anlayabilmiştim.

Bazen sırf robot olmadığımı kendime kanıtlamak için bir şeyler yaptığım oldu. Hayatta birçok şeyi sadece kendimi tatmin etmek için yapan, kimseyle bir alıp veremediği olmayan değişik bir tür bencildim. Birçok ülke gördüm, onlarca şehirden geçtim ve yüzlerce insanın ağladığına, güldüğüne, nidasına şahit oldum.

Ben değişik bir tür bencildim dedim, kendimi çok önemser heyecanımın peşinden giderdim. Kendimi hiç önemsemez ve soğuktan yağmurdan ıvırdan zıvırdan şikayet etmez, korkmazdım. Bazı insanlar vardı 'cereyanda kalmaktan' ve bedenlerine 'soğuk girmesinden' ödleri kopuyordu. Anlaşılan o ki soğuğu tıpkı bir mikrop yahut adamın etine saplanan bir bıçak gibi maddi ve cisimsel bir şey zannediyorlardı. Bu bakımdan "soğuk" onlar için iptidai halkların totemi gibi maddi olmak yanında bir kütleye de sahipti. Soğuk aynı zamanda 'tabuydu'. Cereyanda kalmamanın yanı sıra işte bu yüzden 'taşa da oturmazlardı'. Çünkü oturmak suretiyle bu tabuya dokundukları vakit soğuk, sert ve katı bir ejderha gibi bulabildiği ilk geçitten bedenlerine girerdi.

Soğuktan korkmayan ve hayallerimi hayallerine katıp onları benimle yaşayabilecek bir insan ararken günden güne yoruluyordum.. Anlıyordum yaşlanıyordum..

ve bir adım daha atarsın

Yirmi birinci isim günümü geride bırakalı neredeyse üç ay oluyor, değer verdiğim bir insanın beni geride bırakalı ise bir sene..

Üniversite üçüncü sınıfı da bitirdim, bir süre sonra artık soranlara "son sınıf" ve "evet bu sene mezunum" diyeceğim. Bunları düşünmek hem biraz tedirginlik hem de heyecan hissetmeme sebep oluyor. Zaman zaman her birimiz durup düşünüz;

-Şuan neredeyim?
-Ne yapmak istiyorum?
-Ne yapıyorum?

Ben hayatta yapmak istediklerimi başarabiliyor muyum bilmiyorum. Çoğu zaman bulunduğum yerden rahatsızlık duymuyorum, ben yolda olmayı seviyorum, bulunduğum yerin keyfini çıkarmak beni mutlu ediyor.

Birçoğumuz korkuyor kendimizi garantiye almadan yola çıkmaya, detaylı detaylı planlar hesaplar yapmadan bir işe girişmeye. Hayat ki stokastik süreçlerden oluşan bir dizi eylem bizim için, kontrol edebileceğimiz etkenlerin sayısı oldukça düşükken bazen kontrol etmeye çalıştığımız süre içerisinde hayatı kaçırabiliyoruz.

Bunları yazalı iki gün geçti ve ben yazıyı halen tamamlayamamıştım.. Rastlantılar ve tesadüflerin amaçsız olduğuna inanmayan bir insanım. Beni bilen bilir, karma'ya güvenir ve tesadüfler heyecanlanmama yeter.

Hepimiz başımızdan geçen olaylar silsilesini düşünürüz, bazı olaylar hafızamızda öyle yer eder ki an ve an hatırlarız tüm detaylarıyla. İşte içerisinde bir çok tanımadığım bir insanın olduğu öyle bir kaç parça bir şeyler var hafızamda düşündükçe heyecanlandığım.

Yazı nasıl başladı ve nasıl bitiyor bilmiyorum, kafamın çok fazla karışık olduğu zamanlar yazmamam lazım sanırım.

Ve ne olursa olsun bir adım daha atarsın bilinmeze doğru. Yolda olmanın verdiği keyif ve mutluluğun hayatınızda yer etmesi dileğiyle..

18 Mayıs 2014 Pazar

Kim Bu Çocuklar?

Kim Bu Çocuklar ?
Eskişehir yolunda selektör yaptığınız, İstanbul yolunda korna çaldığınız, Konya yolunda önüne kırdığınız bu çocuklar kim ?

motr_3Trafikte karşılaşabileceğiniz; iyi-kötü, eski-yeni, büyük-küçük motosikleti olan, güzel olmasa bile sağlam ekipmana sahip, sırtında çantası, yağmur çamur demeden elinden geldiğince motosiklete binen, koca koca adamlar gibi görünen ama yaşları genelde 18-24 arasında değişen bu çocuklar kim yahu ?
Belki bilmiyorsunuz kim olduklarını ama ben size kim olmadıklarını söyleyebilirim. Örneğindüşmanınız değil, size hava atmaya çalışan birileri değil, size kafa tutan birileri hiç değil. Yarışacağınız ya da yarışmanızı gerektirecek birileri değil.
Daha çok; otobüste/dolmuşta size yer veren, atmden para çekemediğinizde size yardım eden, doğalgaz sırasında yerini size veren ”birileri”.
Bir sinirle 2 tonluk aracınızı üzerine kırdığınız ya da telefonla konuşurken hiç fark etmediğiniz, belki bilmeden sıkıştırdığınız bu çocuklar sizin geleceğiniz ve mirasınız. Çokca duyduğum sözler arasında ”motorcular serseri, motorcular hırçın, sinirli ve tehlikeli”. Trafikte belki sinirliyiz, bir taksiciden çok daha az olsa da, can havliyle size çıkışabilir, sesimizi yükseltiriz. Ama tek istediğimiz eve, okula sağsalim ulaşmak.
motr_4
Oğlunuzu/Kızınızı okula gönderirken ”kavgadan-dövüşten uzak dur ve kimseye bulaşma” diyen nesilsiniz siz. Peki ya oğlunuza/kızınıza bulaşıyorlarsa? Daha da kötüsü ”ya onlardan biri de sizseniz”?  Belki de çoğu zaman bu yüzden evladınıza motosiklet almaz, binmesini istemezsiniz. Oysa bilseniz burada nasıl başka bir dünya var; öyle bir dünya ki bu trafikte bu otomobil kullanıcılarına rağmen vazgeçilmeyecek bir dünya.

Bu yazıyı da sizden çok yine bu çocuklar okuyacak zaten. O yüzden siz üzerimize kırmaya devam edin, bizi sıkıştırmaya, korna çalmaya, kıskanmaya ve korkmaya devam edin. Biz daha bilgili, daha saygılı, daha duyarlı olmaya devam edeceğiz ve artarak da geliyoruz.
EREN APAÇİSİ

25 Nisan 2014 Cuma

Şirket nedir size anlatalım!

..Rahmetli dayısı da bir vakitler aynı fabrikada çalıştığından, işin iç yüzünü biliyordu! Çünkü müteveffa dayısı, oraya girmeden önce bizzat kendi atölyesinde günde altı saat çalışır ve evini geçindirirdi. Ama iflas ettikten sonra bir adama ait fabrikaya amele olarak girmiş ve adamla bizzat konuşmuştu! Elalemin dediklerine bakılırsa dayısı, fabrika sahibine, "Ben altı saat çalışıp imalat yapınca insan gibi yaşıyordum. O yüzden senin fabrikanda da altı saat çalışıp insan gibi yaşama niyetindeyim" deyince, hayırsever fabrikatör bunu bir şartla kabul etmiş ve dayıya, "Elbette! Altı saat çalıştıktan sonra ücretini tamamıyla alır ve evine gidersin; ama sen gittikten sonra bir altı saat 'bedava' çalışacak birini bulursan!" demişti.


İşte! Bedava çalışan kişiye ancak köle denirdi. Dolayısıyla günde on iki saat çalışan dayı, ilk altı saat hür, ikinci altı saat köle olmuştu. Hatta ve hatta, iki asır evvelki, kölelerini yedirip içiren giydiren köle sahipleri daha da insaflı sayılırlardı. Şimdikiler tasarruf için bunu da yapmıyorlar, "Git altı saat yemen içmen giyinmen için çalış, sonra gel fabrikama ve bana altı saat boyunca kölelik et!" diyorlardı. Kısacası kadim efendilerin köleleri üzerinde mülkiyet, şimdikilerin ise zilyetlik hakları vardı. İşve felaha davet edilen hür insanların, her öğlen saat bir'de fabrika düdüğü öter ötmez patronlara kölelik etmeye başlamaları galiba dine pek sığmazdı. Zaten her dini bütün kişi 'abdullah' yani 'Allahın kölesi' değil miydi? Herhangi bir abdullahın bir kölesi yani bir abdulabdullah'ı varsa, köle sahibi bizzat kendisini şirk koşmuş olmayacak mıydı? "Şirket" işte buydu!

Kitaplar sadece okunmak için değil, düşünce, hayat, hayal gibi bir sürü şey edinmek içindir. Ben kitaplardan edindiklerimi paylaşmayı tercih ediyorum. Paylaşmak için vakit ve emek sarf ediyorum. Bu beni mutlu ediyor.

Artık kendimle ilgili pek yazmıyorum. Kendimden kaçıyorum bu sıralar :)

21 Mart 2014 Cuma

Tarih-i Külhani

Dünyada olmuş bitmiş hadiseler hakkında Âni Abimiz Tarih-i Külhani'de yalan yanlış kıtır ve palavra şunlar buyurmuşlardır ki:

"Allahu Teâlâ’nın Âdem ile Havva'yı Cennet'ten kovmasının neticeleri pek iyi olmamıştı. Çünkü âdemoğullarından bazıları Dünya'yı cennet bellemiş ve zorbalığa meyletmişlerdi. İşte zevatın başında şöhretli Kral Sargon geliyordu. Bin bir zahmetle ekip biçip süt sağmadan bu adam, beleşten geçinmenin ve ondan bundan zorbalıkla avanta koparmanın bir yolunu bulmuştu. Çünkü adamın ceddi serseriydi. Önce üç beş kişiyle çiftlik basıp hayvanları afiyetle yer, o devirlerde nam ve şöhret ancak zulümle yayıldığından, hatta hem zalim hem mazlum tayfasınca aynı görüldüğünden çiftçileri öldürür, sadece birini sağ bırakarak onun, zorbalıktan ibaret efsanelerini civardaki ahaliye anlatmasını sağlar, bu çiftçi de zaten olan bitenleri bire bin katıp anlattığı için adamın şöhreti çabucak bütün havaliye yayılırdı. Zamanla bu zorbaya başka yiyiciler de katılmak istemişti. Ama yağma yoktu! Sargon maiyetine öyle aksırıklı tıksırıklı, hanım evlatlarını değil, bileğine güçlü, iş becerebilecek zorba ve zalim yiğitleri almak yanlısıydı. Geçtikleri yerleri çekirge sürüsü gibi kuruttuklarından, ekmeklerini kazanmak için sürekli seyahat edip yeni köyler basmak zorundaydılar. İşte âdemoğlu belki ilk kez, birbirine bu dönemde hakaret etmişti: Bir çiftliğin yağmalanması ardından ganimet bölüşüldüğü esnada, zorbalardan biri diğer bir zorbaya, ‘Korkak!’ dedi mi onu, kendilerini tırmık ve yaba gibi ziraat gereçleriyle müdafaa eden çiftçilerden tırstığı için yağmayı rizikoya sokmakla itham etmiş, dolayısıyla zorbanın ekmeğiyle oynamış olurdu. O devirlerde ekmek kolay kazanılmadığı için itham edilen şahıs kendisini korkaklıkla itham eden zorbaya hemen oracıkta cesaretini ispat için kavga başlatmaya, ona ağız burun girmeye mecburdu. Aynı şekilde âdemoğlu ilk kez bu dönemde birbirine gönül alıcı sözler söylemişti: Ellerindeki yabanlara direnen çok sayıda çiftçiyi demir kılıncıyla teker teker gebertip hacamat eden bir zorba, Sargon tarafından ‘Cesur!’ diye methedilir, ganimetten daha fazla pay kopartırdı. Aslında Kral Sargon, ziraatçılardan çok şey öğrenmişti. Çiftçilerin hayvanları evcilleştirdiği gibi o da, çiftçileri evcilleştirdi: Artık ineğin kanı değil, sütü içilecekti. Böylece ceddi vaktiyle serseri iken o, krallığını genişletti. Sarayında bir eli yağda bir eli baldaydı. Ayrıca çoluğu çocuğu torunu tosununun istikballeri, bu krallık sayesinde teminat altındaydı. Ama Allah’ın sopası yok, krallığı o vefat ettikten çok sonra yıkılıverdi. İşte bu yüzden, dünya hayatından ne kadar akam alıyorlarsa vefat da onlar için büyük bir korku kaynağıydı.

Sargon gibi diğer bir zorbanın, Ramses’in de vefat etmekten ödü patlar, bu yüzden sadece askerlerden değil, hekimlerden oluşsan bir ordu da beslerdi. Ama adam bu yüzden aklını oynatmıştı! Bu firavun ilahlığı ilan etti ve tebaasını ölümsüz olduğuna itikat ettirdi. Ancak kendisi, iman zayıflığından olsa gerek, ölümsüz bir ilah olduğuna pek o kadar inanmıyordu. Bu sebeple akrabalarından helal süt emmiş, itimat ettiği şahıslara, eğer günün birinde Emri Hak vaki olursa, hekimler ordusunu seferber edip onların, bedenindeki ölüm denilen hastalığı iyileştirmelerini sağlamalarını, hekimler bunu başaramazlarsa onların tek tek ölüdürülmesini vasiyet etmişti. Ama hekimler anasının gözüydü ve merhum firavunun akrabalarına, ölüm denilen hastalık için gereken ilaçları verdiklerini, ama ilaçların tesirinin asırlar sonra görüleceğini yemin billah ede ede anlatmışlardı. Böylece mimarlar ordusu seferber edilerek Ramses’in bedeninin arsılarca muhafaza edileceği bir piramit inşa edildi. İşte firavunları birer müşteri olarak kabul eden mumyacı hekimler ve piramit mimarlarının başını çektiği bir ahret sanayi ortaya çıktı. Önce bir talep patlaması olmuştu. Ama ilmin sırlarının saklanmayıp ona buna öğretilmesiyle arz arttı ve nihayet sıradan bir köylü bile, kendini karınca kararınca mumyalatabiliyor ve mütevazı piramidine defnedilebiliyordu. Gerçi Ramses kendine piramit yaptırmıştı ama, bunda kibir mibir yoktu. Bu sadece sağlık sıhhat nedeniyleydi ve zavallı, ahrette selamette kalmak azmindeydi. Gerçi adam ilahlığını da ilan etmişti. Ama o devirdeki ilahların hemen hepsi alçakgönüllüydü ve hiçbiri, ‘Dünyayı ben yarattım!’ demiyordu.

Ama tüccarlar yok mu! Hani şu Yunanlı tüccarlar! İşte bu hergele takımı ne Sargon’a ne de Ramses’e benzerdi. Ne açıkgöz ne cin fikirliydiler! Pazar yerinde uygun müşterileri buldular mı, adamın elini kavrayıp bırakmaz, pazarlık esnasında müşterilerinin kolları omuzlarından çıkana kadar ha bire sallar da sallar, nihayet kendi analarını on kuruşa satarlardı. Tüccar Yunanlı’ya göre para ile imanın kimde olduğu belli olmadığından, bar bar bar konuşan farklı milletler onlar için sadece kazıklanacak birer müşteriydiler. Kah Sargon’un kah Ramses’in züriyeti sarayda yahut tapınakta ahıreti tefekkür ederken, Yunanlı tüccar yatırım hesabı, daha doğrusu sadece hesap yapardı. Adamların hesaplarının doğru olması icap ediyordu, yoksa topu atarlar, parasız çulsuz kalırlardı. Tüccarın hesabı öyle bir şeydi ki, tılsım büyü dua para etmez, ancak adam aklını kullanırsa doğru çıkardı. Para hırsları attıkları kazıklar ve hesapları sayesinde öyle zengin oldular ki, sikkeleri kadar akılları da som ve saf oldu. İşte bu akılla felsefe denilen faaliyetin mucidi oldular. Eflatun nam bir feylesof ‘Bu dünya, fikirler aleminin bir taklididir’ dediğinde Fars kralı Dârâ ‘Nah! Asıl fikirler, bu dünyanın bir taklididir’ demişti. Batılı ve açıkgöz Yunanlılar’a karşı Dârâ’ya bir Yunanlı sahtekar tüccarın kendisine Apollon mabedini satıp, ihtiyarlık günleri için biriktirdiği parayı aldığını, bir başkası ise, amfitiyatro karşılığında yine bir Yunanlı’ya dünya para verip dolandırıldığını söyleyip sızlanıyordu. Fars Kralı Dârâ haksızlığa gelemeyen bir hükümdardı. İşin daha da tuhaf yanı, Yunan milletinin kralı bile yoktu ve bu cibiliyetsizler, menfaatlerini kollamak için reislerini rey ile seçerlerdi. Zaten reislik onlar tarafından zül ve zahmet addedildiğinden, devlet meseleleriyle uğraşmayana ceza kesilirdi. Bu yüzden ordusunu toplayıp öfkeden ağzında köpükler saça saça Yunanistan üzerine yürüdü ve taş üstünde taş bırakmadı.

Ama daha sonra zuhur edecek Filip nam bir kral vardı ki bu diğer Yunanlılar’a pek benzemiyordu. Bu adamın parada pulda gözü yoktu. Anlaşılan o ki oğlu İskender de kendisi gibi olsun, fetihlerle krallığını neşletsin isterdi. Hatta oğlunun istikbali için onun tahsilini de düşünüp Aristo nam bir feylozofu İskender’e hoca tuttu. İşte bu oğlan daha sonra Muhteşem İskender namıyla ordusunu Fars diyarına sürecek, bu diyar ahalisinin canına Yasin okuyup Fars Krallığı’nın çırasını yakacaktı. Hocası Aristo ona, insanoğlu denilen çiğ süt emmiş yaratığın ‘düşünen hayvan’ olduğunu anlatmıştı. Bu sıralarda bir hayvan, bir kurt, Romus ve Romulus nam Rum ikizini emzirmekteydi ki, bunlardan ikincisinin zürriyeti dünyanın anasını ağlatacaktı. Roma’yı da zaten ikincisi kurdu. Bu şehirde, ‘Aman kimse kral olmasın da hürriyetimizi kaybetmeyelim!’ diye ‘senato’ adı altında bir moruklar meclisi bile vardı. Gayet haklı olarak o kadar ödlek o kadar tabansızdılar ki, kendi askerlerinden bile ödleri kopardı. Çünkü Allah korusun, ordunun paşası şeytana uyar da ellerindeki askeri kuvvetle Roma’yı işgal ederse, al sana bir zorba! Bu yüzden kendi ordularının Roma’ya girmesini yasaklamışlardı.

Ama günün birinde Sezar nam bir paşa, ordusuyla alkışlar arasında Roma’ya girdi. Herkes onun iktidarı alıp ona buna çatarak zorbalık yapmak istediğini zannetmişti. Ama onun amacı iktidarı değil, çocukluğundan kalma Gülgoncası’nı almaktı. Fakat nerede ve kimde olduğunu bilmiyordu. Asker olmasına rağmen sormaya da cesarti yoktu, sadece senatoda moruklar onu bıçaklarken evlatlığı Brütüs’e ‘Sende mi Brütüs?’ diye sorabilmişti. Sezar’ı övdükten ve gömdükten sonra harpler ve fetihler devam etti. Cümle alem Rum mezalimi altında inim inim inliyordu. Anlaşılan bu dünya cennet falan değil, cehennemin ta kendisiydi. Cennet olmasaydı, onu icat etmek gerekecekti. Nitekim biri etti ve onu da çarmıha gerdiler. Fakat hatırası unutulmayacaktı. O, büyük bir krallığı MÜJDEliyordu. İşte bu krallığın tebaası, ölümden sonra cennette yaşayacaktı. İşin tuhaf yanı, dünyada kim en çok çile çekerse, bu krallığın gözdesi olacaktı. Rum zulmü, bu dinden olanlar için biçilmiş kaftandı. Ancak Konstantin nam bir kral, zahmetli bir harbi, rüyasında haç gördüğü için kazandığını zannetti ve bu dini, Rum diyarının resmi dini ilan etti. Fakat fetihlerle akan zenginliğin getirdiği rehavet bir yandan, tokat şakladıktan sonra diğer yanağı çevirme düsturu diğer yandan, Rumlar zayıflamıştı. Nihayet Alarik nam bir barbar Roma’yı yağma etti ve Odavakar adlı diğer bir barbar da Rum kralının bizzat kendisi olduğunu cümle aleme duyurdu. Roma’da Rumlar’dan iz eser kalmamıştı ama bir tek şey dışında: Papa!

İşte bu şahıs rahiplerini saf ve vahşi barbarların arasına saldı. Papa’nın adamlarının anlattığı doğruysa, barbarları büyük bir tehlike bekliyordu! Barbar sormuştu: ‘Nerede bu tehlikeli şey? Göster de mahvedeyim onu!’ bu sırada kanlı baltasını kaldırmıştı. Papa’nın adamı, ‘işte! Tam arkanda!’ deyince, barbar arkasını dönmüş ama kimseyi görememişti. Bunun üzerine Papa’nın adamı olan rahip ‘Nereye dönersen dön, o her zaman arkandadır, O Seni yaratan ilahtır ve şu anda canını almaya hazır! Diz çök! Af dile! Vaftiz ol!’ demişti. Böylece barbarlar Papa’nın sözünü ettiği varlıktan korkmakta bir sakınca görmediler. Varsın böyle bir ilah olsundu! Zararı yoktu. Ama bu adamlar şarap içince birbirlerine, doğrusu pek korkunç masalları hakiki diye anlatıyorlardı. Bu sebeple onları rahipler değil, asıl kendileri dindar kıldı. Üstelik kiliselerdeki duvar resimleri de o devirlerde, ressamlar pek maharetli olmadığından, insanın içine ürküntü veriyor, din ulularının suretleri mumların titreşen ışığında adamların içine dehşet salıyordu. Böylece barbarlardan ezkaza kral olanların kafalarına, bizzat papa tarafından taç yerleştirildi. Ayrıca sevap kazanmak için Papa, bu cahillere az buçuk ilim irfan bile öğretti. Ama yine de pek vahşiydiler! Hele içlerinde bir piç vardı ki Vilyam adını taşıyordu. Piç diye alay edilen bu adam sonunda bismillah deyip ordusuyla Britanya’yı fethetti. Fespinister Kilisesinde İngiltere Tacını giyip derhal Fatih Vilyam diye anılmaya başladı. Derken kralların teker teker kıçları kalkmaya başladı. Vilyam’ın zürriyetinden Rişar, kahramanlığıyla nam salmıştı. Papa ona ve sair krallara ilahlarının çarmıha gerildiği mukaddes toprakları fethetmeleri için fitil verince, binlerce serseri ve zorba yola revan olmuş, ama Papa’nın bu şekilde kıl atmasının neticesi hüsranla sonuçlanmıştı. Arslan Yürekli Rişar gurbetten memleketine dönemeden vefat etti. O cesur biriydi. Fakat işe bak ki, ondan sonraki Con, epey tıynetsiz çıkmıştı. Milletine laf lakırdı dinletemedi. Tebaası büyük bir kartona arzuhal yazıp adamacağızın önüne koydu. Kral da Büyük Karton’a mührünü basmaya mecbur oldu. Pap’nın pompaladığı harp, yine tüccarın işine yaramış, bu taife ziyadesiyle zengin olmuştu. Ama bu, birçok kişinin işine geldi. Hin tüccarlar sayesinde paranın akması sonucu, kilise duvarına o dehşetengiz resimler yapan, menazır hissi bozuk, beceriksiz ressamların yerini, hisli ve içli, narin ve nazik, eli işe yatkın üstadlar alınmıştı. Bu sanatçılar, hepsi birer şaheser olan resimler ve heykeller yapa yapa keselerini dolduruyorlardı. Hele hele üstadlardan biri, tam 16 kilisenin tavanını boyayıp servetine servet, şanına şan katmıştı. Çünkü kabiliyet olduktan sonra herkese ekmek vardı.

Gel gör ki elalem dünya kadar para kazandıkça adamın birinin ağzının suyu akıyordu. Bu zat, para ve sabit gelir peşindeydi. Az buçuk bilgisi ve yarım aklıyla Kraliçe İzabella’nın huzuruna çıkan bu adam allem etti kalem etti ve kadıncağızı kendisine üç sefine vermeye ikna etmeyi başardı. Kolomp nam bu zat, sefinelerle Hindistan’a varacak ve oranın valisi olacaktı. Derken uçsuz bucaksız deryaya yelken açtı ve hakikaten de haftalar sonra karaya vasıl oldu. İşte bu yepyeni dünya, altun ve gümüş kaynağıydı. Çok geçmeden sefineler, yüzlerce ton altın ve gümüşü limanlara taşıyorlardı. Ama bu madenler ne yenilir ne de içilirdi. Bu işler zevkü sefa içinde yaşayan krallara ve kişizadelere bırakılmayacak kadar nazikti. Böylece Hindistan’a ticaret yapacak şirketler kurulmaya başlandı. Şark sultanlarının zenginlikleri harplerde kazanılan altın, gümüş, zümrüt, elmas gibi abuk subuk şeylerden gelirken, Hindistan Kumpanyası’nın zenginliği pamuk, tütün, baharat, ipek gibi daha mütavazı mallardan oluşuyordu. Para olduk gibi akmakta hemen herkes zengin olmaktaydı. Papa bile endüljansla ihtiyacı olan günahkarlara cennetten parsel parsel arsa satmıştı. Ama papazın biri bu koftiyi yutmamış ve Papa’nın gazabını celp edecek şekilde bir beyanname karalayıp bunu mabedinin kapısına çivilemişti. Bu yetmiyormuş gibi bir de ilahlarının sözlerini kulağı olan işitsizn, okuması olan söksün diye kendi lisanına tercüme ederek fitne çıkarmıştı. Daha da kötüsü, Papa’nın alimleri Latince okurlarken, zamane alimler kitapları fırlatıp atmış, rasathanelere, tabiplerin teşrih odalarına ve laboratuvarlara girmeye başlamışlardı. Artık kitaplar değil, Tabiat’ın kendisi okunuyordu. Bu da elbette küfürdü. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi İngiltere kralı, karısını boşamak için kız tarafını tutan Papa’yı yok bile saymıştı. Ama bu adamın ülkesinden daha sonra kendi dini hürriyetleri için bir grup hacı, Mayısçiçeği adı taşıyan bir sefineyle Yeni Dünya’ya göç edip orada kendilerine itikatlarına yaraşır bir hayat kuracaktı. Zamanla bu kıtaya daha da fazla muhacir geldi. Bunlar Rum lisanındaki tabirle birer kolonus yani birer çiftçiydiler. Yaşadıkları yere de koloni deniyordu. Bu çiftçiler aralarında azalar seçip onları meclise yolluyor, ama mecliste daima İngiltere kralının valisi söz sahibi oluyordu. Üstelik bu adamlar İngiltere ye dünyanın vergisini veriyorlardı. Nihayet vergiler bellerini büktü, şimdi ve burada seçme ve seçilme hakları olduğu halde dağa çıkanlardan farklı olarak bu çiftçilerin, İngiltere meclisinde kendilerini temsil etme hakları yoktu. Buna tahammül edemeyip isyan ederek bir bağımsızlık beyannamesi kaleme aldılar. Fransa kralı Lui den de yardım görüp galip geldiler.

Ama Fransa kralı hem bu harp hem de zevcesi Mari Antuanet’in müsrifliğiyle milletini fakir düşürmüştü. Zaten ekmek derdinde olan insanları ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ sözü iyice galeyana getirmişti. Baldırı çıplaklar böylece Bastil denilen kaleye yürüdüler ve burayı zapt ettiler. Derken bu namussuzlar, kendi krallarının kafasını kesti. Demek ki kralların da kafaları kesilebiliyordu. Haydi bu bir derece haklı görülebilirdi. Ama ‘ihtilalin alimlere ihtiyacı yok!’ dedikten sonra tabiat aliminin kellesini uçuran donsuz serseriye ne demeliydi? Derken ortalıkta kan gövdeyi götürmeye başladı. Baldırı çıplak ahali birbirlerine, krallarının onlara yaptığından daha fazla zulmettiler. Çünkü mağlupken mazlum, galipken zalimdiler. Kralın kafasının kopartılmasının ardından ortalıkta Sargon’dan ve hatta Firavun’dan bile daha zalim bir canavar peyda olduverdi. Bu canavar, Leviathatn, halk yığınlarının ta kendisiydi. Asırlardır kendilerinden emilen kanı, bir anda iştahla ondan bundan, hatta birbirlerinden emmek istiyorlardı. Ardından Napolyon nam bodur bir topçu bu keşmekeşe son verdi. Canavarlarını kavmiyetçilikle ta Rusya’ya sürüp telef etti. Kleopatra’hnın burnu iki santim kısa, topçunun da boyu on santim uzun olsaydı tarih akışı değişirdi. Derken iştirakiler paiyahtta barikatlar kurdular. Kendilerinin köle olduklarını da söylüyorlardı. Oysa Cemahir –i Müttehide’deki köleliğe son vermek için çıkan dahili harpte ölen beyazların sayısı neredeyse, orada bulunan zenci kölelerin sayısına eşitti.

Öte yandan Karl nam bir Germen, onlara imalattan gelen kudretlerini kullanmalarını tembih ediyordu. Oysa kitleler üretimden çok yıkıma yarıyordu. Şehirlerin sokaklarına barikatlar kurup iştiraki bir hayat için muharebe ettiler. Medeniyet adına ne varsa, silmesinin bizzat kendilerinin mamülü olduğunu, dolayısıyla başka hiçbir şahsın bu kalemler üzerinde hak iddaa edemeyeceğini söylüyorlardı. Evet! Kitleler bartuttan sonra keşfedilen en ölümcül silahtı. Onları artık krallar değil, halk avcıları kullanabilirdi. Çünkü kitleler dalvaukları severlerdi. Tek iken sefil, zavallı ve haksız, bir araya geldiklerinde ise şerefli, kuvvetli ve haklı oluyorlardı. Bu on pezevenkin bir araya gelince bir aziz etmeleri kadar akla havsalaya sığmaz bir şeydi. Derken büyük harp çıktı da biraz susar gibi oldular. Yine ölen de öldürülen de onlardı. Ama şimalde bir memlekette Çar’ın da Çariçe’nin de çocuklarının da çırasını yaktılar. Ardından kıtlıktan milyonlarca insanın vefatına yol açtılar. Şahlanan bu canavarı dizginlemenin bir yolu olmalıydı. İşte vaktiyle onlara ölümden sonra da olsa bir cennet vadeden ilahlarının gerildiği haç , kırıldı ve bu kez gamalı olarak onları tekrar şahlandırdı. ‘Hay- Hitler!’ diye bağırıyorlardı. Sene 1934 idi.”

İhsan Oktay Anar - Yedinci Gün  / Sayfa 189- 198 Arası

Çok uzun bir yazı, eğer tamamını okuyan varsa bana ulaşsın çay ısmarlayacağım :)



16 Mart 2014 Pazar

Hayalperest yaşayan biri

Barış Manço - Ride on Miranda 

Fabrikatör olan bir tanıdığım var. Aslında o ne isterse o olabiliyor, hayal ediyor ve oluyor bu kadar basit. Kimsenin onun saçmalayıp saçmalamadığını düşünüp düşünmediğini umursamıyor ve kimsenin de davranışlarını yargılamıyor.

Dikkatli yaklaşıyor her konuya, çoğu zaman net bir hayalperest. Bir peçete onun için bıyık, peçeteden bir bıyık da onun için şapka olabiliyor. Filleri çok sever, aklına estiği zamanlarda o da portatif hortumu olan bir fildir. Hortumunu her zaman yanında taşımaz. Gerek duymadığından değil, pratik biri olduğundan dolayıdır. Bence hortumunu sonradan kendi söktü ve portatif hale getirdi, çünkü pratikliğin raconu budur. Anlayamazsınız.

Tek tük sigara içer, zararlı olduğunu bilmediğinden değil, ya da çok keyif aldığından da içtiğini sanmıyorum. Ortamın raconu gereği içer sigarayı. racon onun için önemli şeydir vesselam. Yürümeyi sever, tembel değildir. Ah yoruldum vah dizlerim diye sızlanmaz yürür gider, önünü alamazsınız.

Nedenini bilmediğim şeylerin nedenini aradığımı, arayış yolunda bir yolcu olduğumu söylediğimde dalga geçmedi. Çok anlamadığı şeylerle dalga geçmez, ucundan kıyısından anlamaya çalışır, anın keyfine bakar.

Herhangi bir şeye tutkusu var mıdır bilmiyorum. Peşinden gittiği bir şey var mı, ya da arayış içinde olduğu bir olgu var mı bilmiyorum. Hayalperest birini çok sorgulayamam.

Fabrikatörlük zamanı ne kadar sürerse sürsün, inandığım şeylerin bazılarına inanmadığını bilsem de, hayatıma katkı sağlamış bir hayalperest o.

Yazının başında paylaştığım harika şarkıyı da dinlemeden etmeyin. Hatta "Nick the chopper" albümünü dinleyin :)



14 Mart 2014 Cuma

Huysuz bir adamın günlüğü

Huysuz bir adamın günlüğünü okudunuz mu hiç?
Genelde anlamsız geliyordu kelimelerinin dizilişi, bir sonuca varmıyor gibi sıralanıyordu kelimeler birbiri ardına. Hep karanlık sokaklarda geziniyor, uzaklaşıyordu gürültüden, kavgadan ve kahkahalardan.

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum. Yağmur yağıyor sokakta, hayaller kuruyordu sokaktaki lamba, lambadaki o harika sokakta.

Yağmur yağıyor, huysuz bir adam sokak lambasını geride bırakmış yürüyordu. Uzaktan bir itfaye aracının ritmik sireni belli belirsiz işitiliyor, sokakta yürüyen adamın yüreğinde bir ateş hararetle yanıyordu.

Huysuz bir adamın günlüğünde yazıyordu doların ne zaman yükselip ne zaman düştüğü. Ve kuveyt dinarının göklerde uçtuğu. 'Gökyüzüne şatolar kurmak için ne dolara ne dinara ihtiyacım var' diye bitiyordu kenarında bir bulut ve mutluluk çizilmiş saman kağıdından sayfa.

Zamanla barışmış olduğunu anladım yazdıklarından. Pek acelesi ve şaşkınlığı yoktu. Dolu dolu yaşamak için ayrıca bir çaba sarfetmiyor ve kafasından geçenleri kimse bilmez, kimseler tam manasıyla anlayamazdı. Bu bir artistliğin göstergesi değildi. Şöyle yazmıştı "Hafif serin bir sabah, şansıma rüzgar kuzeyden esiyor. Ben güneye gidiyorum, solda güneş yükseliyor ve insanların kafasında ne düşüncelerle gözlerime baktığını çoğu zaman anlayamıyorum. Buna rağmen kendimi huzurlu ve şanslı hissediyorum. Rüzgar kuzeyden esiyor.."

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum. Tarihler ardışık değil, düzensiz yazılmış bazıları bir kelimeden oluşan yazılar bile var. Kafasına estikçe yazıyor belki. Belki etkilendikçe yazıyor. Yırtılmış sayfalara rastladım. Muhakkak olmalı her günlükte yırtılmış sayfa, belki sırf bunun için huysuz bir adam tarafından yırtılmış olabilir onca sayfa.

Huysuz ya da değil, herkesin bir günlüğü olmalı. Hayallerini, kırgınlıklarını, pişmanlıklarını, mutlu anlarını ya da her ne isterse yazmalı, istiyorsa köşesine- berisine, ortasına, kıyısına bir şeyler çizmeli insan. İlle de birileri beğenecek diye yazacaksın diye bir kaide yok, herkes kendince nedenler bulabilir yazmak için.

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum. Adam neden yazıyor bilmiyordum.
Ben Fetih hocanın "stokastik" dersinde çok sıkıldığım için, onun günlüğünden aklımda kalanları yazdım. Ya da öyle düşünmenizi istiyorum.

13 Mart 2014 - Ankara'ya 30 km.
Mr. Zagoncu

12 Mart 2014 Çarşamba

Bir Avm Uğruna Elvan

Hep bir şeyler oldu bu topraklarda ve yine bir şeyler oluyor. Kendi yazdıklarımdan ziyade başkalarının yazdıklarını paylaşacağım bu gönderide. Bir yangın var hepimizin yüreğinde. Acılarımız ortak ancak yıllardır taraftarlığımız yüzünden duygu ortaklığımıza rağmen bir araya gelemiyoruz, birbirimizi etiketliyor ve ötekileştiriyoruz. Bu durumun bedelini ağır ödedik ve ödemeye devam ediyoruz.

Şeyh Bedrettin Destanı'nda anlatır Nazım Hikmet bir şeyler, der ki;

İznik gölünde akşam oldu. 
Bedreddin eğildi suya 
                         avuçlayıp doğruldu.
Ve sular 
parmaklarından dökülüp 
tekrar göle dönerken 
                             dedi kendi kendine: 
«— O âteş ki kalbimin içindedir 
       tutuşmuştur 
       günden güne artıyor. 
       Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna 
       eriyecek yüreğim..

Günden güne artıyor bazılarımızın içindeki ateş. Çok söz söylemeyeceğim. Bir ekmek için bir can ödenen ve paslı bıçaklarla adam öldürdükleri kanıtlanan insanların tahliye edildiği zamanlardayız. Mazlumun hakkı korunmadığı sürece bizi kimin yönettiğinin önemi kalmıyor.

'   Berkin Elvan daha genç bile değildi. Halk arasındaki tabiriyle daha bıyıkları terlememişti.
14 yaşında girdiği komadan 15 yaşında da çıkamadı. Kararı verilmiş bir AVM kavgasında hayatını kaybetti. Tıpkı Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım ve polis memuru Mustafa Sarı gibi.


    Basit bir ağaç hassasiyetiyle başlayan eylem, başladığı yerde söndürülecek ve toplumsal barışı yerle bir etmeyecekti ki, ‘verilmiş karar’ uğruna buna müsaade edilmedi. On yıllar sonra ilk defa bulma ihtimalimizin doğduğu toplumsal uzlaşma imkanı da bir AVM uğruna çarçur edildi.
    Her toplumsal talebe yumrukla cevap vermenin Türkiye’yi getirdiği noktayı görüyor musunuz? Başbakan milli iradeyi, her dediğini, her düşündüğünü yapabilme hakkı olarak değerlendiriyor. Beş yılda bir sandıkta oy vermeyi, ülkedeki bütün iradenin bir kişide toplanması için yeterli görmek, hangi demokrasi anlayışına sığar.


    Başbakan, Gezi olaylarında tansiyonun düşmesine asla müsaade etmedi. Araya girmek isteyip tansiyonu düşürme gayretinde olan Kadir Topbaş’ın, Bülent Arınç’ın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün çabalarını boşa çıkarttı. Bir belediye başkanının karar vermesi gereken konuya sürekli müdahil olup gerilimi yükselttikçe yükseltti. AVM yapmaktan vazgeçip ağaçları koruma sözü vermek yerine, kendisini destekleyenleri sokağa dökme tehdidinde bulundu. Kabataş’ta başörtülü kadına saldırı olayından, Dolmabahçe’deki camide içki içildi tezviratlarına kadar birçok konuda yapılan açıklamalarla toplum bölündükçe bölündü. Gezi Parkı’na yapılacak AVM bir can eder miydi? Bir değil tam sekiz cana sebep oldunuz. İnatla tansiyonun düşmesine müsaade etmediniz. Yumruğa yumrukla, sopaya sopayla, kurşuna kurşunla mukabele ederek ülke mi yönetilir? Hele Türkiye gibi bir ülkede bu metodun nasıl sonuçlar doğurduğunu defalarca görmedik mi?


    En kolay katlanılan başkasının acısıymış ama birazcık vicdan taşıyan insan başını yastığa koyduğunda 14 yaşındaki bir çocuğun öldürülmesini içinde nasıl taşıyacak merak ediyorum. Sadece Berkin Elvan’ın değil Ali İsmail’in, Ethem Sarısülük’ün, polis memuru Mustafa Sarı’nın ve diğerlerinin ölmesine değdi mi? Buradan ‘milli irade’ pazusu göstermenin manası var mıydı? Allah muhafaza o çocuk kendi çocuğunuz olsaydı da, ‘milli irade milli irade’ lafları etmeye devam eder miydiniz? Yoksa bir kere dönüp de “Bir AVM yüzünden bu çocuğun hayatını kaybetmesine, bu kadar bölünmeye, bu kadar kamplaşmaya hiç gerek yoktu. Bu ateş kıvılcımı, olduğu yerde sükûnet ve suhuletle söndürülebilirdi.” diyor musunuz?


    Başbakan, Gezi olaylarında yaptığı gibi bugün de kendi ha
talarının bütün faturasını başkasına, bir heyula ortaya çıkartıp ona yüklemeye devam ediyor. Gezi olaylarının başlamasındaki hataları, başarısızlıklarını, Kabataş ve Dolmabahçe açıklamalarındaki yanlışlıkları görmezden geliyor. Yargı ve emniyete darbe vurarak devletin çivisini çıkarttığı gibi, toplumsal emniyetin, barışın ve huzurun da çivisini çıkartmış durumda. Her meydanda öfke dili, nefret dili, kin ve şiddet diliyle demokratik bir toplumu sindirebileceğini, korkutabileceğini zannediyor.


Mehmet Kamış - 14 Mart 2014 - Zaman Gazetesi'



26 Şubat 2014 Çarşamba

Filinta gibi şiir

Günün birin de*

Kasvetli bir gün diyemem ama
Gökyüzü yağmur getiren bulutlarla kaplıydı
Sabahın erken saatleriydi
Yeni bir yol arkadaşı eşlik ediyordu
Kendini engelleyen adama..

Soğuyor hava
Güneş bulutların ardında saklanıyor
Kalabalık toplanmış sisler bulvarında
Güzel yüzler hatırlıyorum
Seyahat eden yüzler, bir oraya bir buraya giderler..

Sisler bulvarında bir kalabalık
Hep aynı yere giderler, sabahın erken saatlerinde
Kalabalık hayaller, aynı denizde yüzerler
Denizde yüzen tahtalar, pürüzsüz ve güzeller..

Kendini engelleyen adam
Ve yol arkadaşı
Pürüzsüz bir yolda denize doğru giderler..

__________________________

Yol arkadaşımın ismi "Amat" şimdilik bu kadarını bilseniz de olur :)




Motosiklet fotoğrafı koyup da yolda dinlemelik bir şarkı koymazsam da olmaz.

Buyurun geçmişin übena gruplarında birinden: 

Bon Jovi - Runaway

23 Şubat 2014 Pazar

son zamanlarım..

Hayat benim görüşüme göre birden fazla yoldan dilediğimizi seçerek gerçekleştirdiğimiz bir yolculuktur. Bu yolculukta bazı zamanlar gelir ve bizim için kıymetli olan insanlardan, nesnelerden, anılardan ayrılmamız gerekir. Bu ayrılığın geçici olduğunu bildiğimiz de olur bir daha kavuşulamayacağını bildiğimiz de.Yirmi birinci isim günümden iki gün önce karaşimşek ile yollarımız ayrıldı. Nedeni bir Cruiser - Chopper motosiklet almak istememdi.

Karaşimşek muhteşemdi. Ayrılmadan önce son kez eşlik etti bana, ve aldım karşıma teşekkür ettim benimle geçirdiği kısa zaman için.

Ayrılıklar sırasında arkadan çok bakmamak lazım. Kısa tutmak lazım vedaları, sevemedim bir türlü şu son sözleri.

Cruiser'ı da buldum, pazartesi tanışıp birbirimize ısınmaya çalışacağız. Ancak ismi henüz yok. İhsan'ın kitaplarından esinlenip 'Amat' koyabilirim adını, emin değilim.


Aslında sahip olduğum bir çok nesne var, çoğuna isim vermedim.Bu nesnelerin en eskisi bir ayakkabı. İlk öğretmenlerim, anne ve babamın bana aldığı ilk ayakkabı. Bu ayakkabı ile başlayan değerli nesne cümbüşü 15 sene önce ben hastanedeyken hediye edilen bir oyuncakla devam edip, 5 sene evvel çok değerli insanlar tarafından hediye edilmiş metal bir motosiklet maketi, ve ondan sonra yine hayli değerli insanların hediyeler şeklinde sonlanır. İsim koyma işini pek beceremem. Gezdiğim gördüğüm yerlerden bir isim ilişir de o ismi çok seversem amenna.



37. TEMÖB için İstanbul'daydık. Eminönü'nde huzursuzca hareket etmeyi bekleyen bu vapur sanıyorum en güzel isimlerden birine sahip. Bir çözülsem de gitsem havasında hafif dalgalı denizde kıpırdanıp duruyordu. Vapurlarının isimleri bile güzel bir şehri sevmemek zor..

Hatırlarım, bir pazar sabahı televizyonun başına geçip 'yaşamdan dakikalar' isimli güzel programı sırf Sunay Akın bir mısra şiir okur diye izlediğimiz zamanları. Ve başlı başına heyecan, hüzün, mutluluk ve kırgınlık dolu geçmişi. Siz de hatırlarsınız sizinkileri.
Ancak değerlerimizi kaybetmeden : ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun.

Bir pazar sabahında.
A. Said Parlak
Ankara

9 Şubat 2014 Pazar

Yirmibirinci isim günümde..

Zaman aktı akacak falan.. biz sallanıyoruz aman aman..

Yaklaşık bir sene evvel başlayan ciddi ve hayırlı bir işimiz, ablamın birlikteliği, bugünkü düğün ile başka bir boyuta ulaştı. Annem küçük kızının gittiğini söyleyip duygularını kontrol altına alamadı ve daha önce başka annelerin tecrübe ettiği, bizimde beklediğimiz sahneler seyredildi.


Halbuki kimsenin bir yere gittiği yoktu, sadece ablam kendi kararı ile kendine değer verdiğini düşündüğü ve daha fazla ânını paylaşmak istediği kişiyle yaşamaya devam edecekti.

Yaşamaya devam etmek; hepimizin bir şekilde yapmaya çalıştığı kimi zaman zorlandığımız, kimi zaman güldüren kimi zaman ağlatan bir eylemdi.

Gün yirmi iki temmuz, yıl iki bin on bir. Blog sayfamda ablama ait bir yazı yayınladım o zaman bu yazıyı okuyanınız vardır, şimdi daha fazla kişi okuyacak ve ablamı tanıma fırsatı bulacak böyle düşünmekteyim.

"Beni siz delirttiniz! Evet!
Alışagelmiş birçok insan. Alışıgeldikleri gibi sevip alışageldikleri gibi yaşayıp alışageldikleri gibi terkediyorlar; insanları, dünyaları, dünyayı.. En değer veren kişilere oluyor tüm nankörlükleri.. Elest meclisinde En Değer Veren'e verilen sözün unutulmasından belli.. Dünyaya nankör diyorlar sonra. Onların hizmetine verilmiş ama onların mahvettikleri bu harika gezegene.. Adına sonra normal diyorlar tüm bunların.. Sen deli oluyorsun..

Alışamadım bi türlü bu düzene. İçimde bi yer hep o sözü verdiğim günkü gibi kaldı.. Alışılagelenden nefret ettim hep. Belki tek isyanım budur 'Neden' diye sorduğum.. Başka ne düşündürmeli insanı, ne üzmeli, bir şey varsa sorulacak bundan daha değerli ne var? Bırakın artık ne olur.. Gitmek kalmaktan daha normal değil. Vazgeçmek sevmekten..

M. Esranur Parlak"

Onu tanımanız benim için önemli, herkesin kardeşi gibi o da güzel bir yaşam hak ediyor, Mehmet Abi ile beraber güzel bir yaşamı paylaşmanız dileğiyle..

Mutluluğunuz, birbirinize karşı olan güven ve sevginiz, sahip olduğunuz huzur benim en güzel isim günü hediyem olacaktır. 

Meraklı melahatler için söyleyeyim, hayır ağlamadım. Erkek duygulandığında değil, çaresiz kaldığında ağlar.


A. Said Parlak - 9 Şubat 2014 
Ankara.

1 Ocak 2014 Çarşamba

İnsan ne ile yaşar?


Bir şarkı : Alan Jackson - Remember When

Yeni yıldan ne beklediğimi falan yazmak isterdim. Yeni yılın bana bir şeyler hissetmemi sağlamasını isterdim. İnsanın uydurduğu bir döngü. Biz kutlamasak, sarhoş olmasak, şarkılar söylemesek, sevişip kırmızı donlarımızı giymesek de var olacak bir döngü. Peki ya bizi var eden ne? İnsan ne ile yaşar? Bu sorunun tek bir cevabı yok artık. Bundan eminim. Ali, Ayşe, Fatma ne ile yaşıyor bilmiyorum. Hepsininki farklı cevap ve çeşitli cevaplar içeriyor olabilir. Yedi milyar insanın tek bir paydası olabilir mi? Bilmiyorum.

Sizinle yaklaşık altı ay önce, benim için çok değerli olan bir insana vermek üzere bir kağıda yazdığım ancak yazılanları o zaman zarfında anlayabileceğini düşünmediğim için vermediğim, bir yazıyı paylaşacağım.
________________________________________________

"Mutlu olmak her bireyin en yüksek hedefidir.
Böyle bir hedefe ulaşabilen pek az kişi, aslında ulaşılacak bir hedef olmadığını, ancak yolculuğun her bir ânının büyük bir keyif ve tatmin demek olduğunu anlamış olanlardır.

Hayatı bu şekilde algılamak kolay değildir; bu öğreti günlük yaşantımıza katılıp uygulanabilir de değildir. Tam aksine hayatı daha yüksek bir bilinçle algılayan kişinin gayret sarfetmeksizin olan tutumudur. Hayat böyle bir kişi için cennet gibidir.

*Mutluluk iç dünyayı tatmin etme sanatının gelişmesine dayanır, bu da dış dünyaya bolluk, sağlık ve ilişkilerde sevgi olarak yansır.

Dış dünyamız iç dünyamızın yansımasından başka bir şey değildir.

*Öyle ise iç dünyamızdaki değişimi tetikleyen nedir?

Yaşantımızın tüm yönlerinde içsel tatmini, dolayısıyla büyümeyi nasıl elde edebiliriz?
Hiçbir öğreti veya doktrin bizi o aşamaya ulaştıramaz.
Gerçek değişim bilinç düzeyindeki yükselme sayesinde meydana gelir.
Krihnamutri

9 Temmuz 2013
Ankara."