26 Şubat 2011 Cumartesi

yazılacak birşeyler var

bu bir oyun eleştirisi yazısı olmaktan uzak olmalı. çünkü ben oyun eleştirmeni değilim. fosforlu cevriyeden çıkınca günün anlam ve önemini belirten kelimeler "karı karıdır" mı olmalıydı evet aklımda bu kaldı. çünkü ben diye başlayıp birden çok kötü sözcük saymak istedim kendime ama yapmıyorum. gerçekten güzel oyunmuş şu "fosforlu cevriye" oyuncuları da oldukça başarılı. hele bir güllü müz var ki ne diyeyim. minik orkestranın eşliğinde izlediğim bu müzikal güzel anlar yaşamam sebep oldu. bana eşlik eden sidar, büşra ve dilay sizede teşekkürler.

bugün ilginçtir bir olay oldu. ben öyle ay gel öpüyüm sarılıyım olaylarını sevmem. gereksiz gelir bana ki annem bunu hep yapar. babam hiç yapmaz. tiyatroya götürürmsün dedim götürdü. çıkışta müsait olursan arayım mı dedim ara dedi. çıktığımda zaten gelmişti. eve geldik. huzurlu bir sürüştü. otama geldim bilgisayarımı açtım ve birde ne göreyim babam arkamdan gelip gel bi öpüyüm dedi. ses etmedim öptü gitti. genetik yakınlıktanmı bilmiyorum ama neden bunu yaptığını, neler hissettiğini ve düşündüğünü sanırım anlayabiliyorum. ilginç, sanırım yaşlanıyorlar.

marlis hanımın  yazdığı yeni birşeyler bulamasam da bugünlerde, 1 başlığı altında yazmaya başladığım roman denemesinin temellerini zihnimde oturtmaya çalışıyorum, senaryosu olan varsa söylesin.

23 Şubat 2011 Çarşamba

1

sevindi duyduklarının karşısında. beklemediği ancak yüreğinden geçen duymak istediklerini duymuştu. yorgundu ancak mutluyu Dony. çok değil birkaç ay önce bunu yapmak zorunda olacağını söyleseler muhtemelen inanmazdı. yorgundu ancak mutluydu.
sevindi söyledikler karşısında. pek istemediği ancak beklenen sözler söylemişti. gülüyordu ancak yorgundu Zagon. birkaç ay önce söyleselerdi bunu yapmak zorunda olacağını inanırdı. mümkün olabilceklerin sınırı yoktu ona göre. her an her şey olabilirdi.
yağmurlu bir günde gözlemledim ben tüm bunları. yağmurlu bir gecede. tanıyorum ikisinide yada öyle sanıyorum ben. biliyorum Zagon eve gidecek. dışarıya adımını attığında kitaplarını paltosunun içine gizleyecek ıslanmasınlar diye. şemsiye taşımıyor zaten, kapşonlu giymiştir yağmur ihtimali varsa o. ama takmaz kapşonunu bu olanlardan sonra. sokak lambasına kadar boynu dik yürüyecek ve başını öne eğip hızlı adımlarla devam edecekti eve. vardığında paltosunu acele çıkaracak kitaplarını bir kenara koyacak, masasına oturup bir mum yakıcak evet Edison varolmadığı için değil sadece Zagon mum sever. yazacaktır birşeyler ama neler?

dün umutlarımla başladım yola. bazen "yolu görünmeyen sonun başındayım koştum" diye bir şarkı söylediğimde oldu. gökyüzündeki bulutları kadim krallara da benzettim bazen. son saatler içinde yaşadıklarıma inanıyorum. kabullenemek istemiyor ancak kabulleniyorum. bu bir sıkıntı doğuruyor içimde. geçicek bir sıkıntı. ben bunları yazarken az da olsa hafifleyen bir sıkıntı. oysa sabah herşey güzeldi - bu beton binaların arasında ne kadar güzel olabilirki. gökyüzünde yağmur var şimdi, bulutlarıda düşünüyorum. minik minik yok oluyorlar yeniden varolacaklarını biliyorlar mı acaba merak ediyorum. tüm bunlar olmadan önce komşum kapımı çaldı. bir adam kırklı yaşlarında saçlarında hafif ak var orta boylarda ayağı çıplak ve turuncu bir terlik ayağında. yanında çocuk en fazla 9 yaşında. saçı tamamen traşlı 0 numara. çocuk hasta "kemoterapi" görmeye gelmiş şehrime. bir balığı varmış çocuğun fanusun içinde bir japon. gidecekmiş kendi şehrine 20 gün sonra tekrar gelene kadar bakmamı istedi balığa. saçları yoktu. gözleri vardı. o gülümseyen gözlerin içinde anlattıklarını uzun zamandır başka birinde görmemiştim. balık yüzüyor şuan titreyen mum ışığında. sussam uzansam toprağa ve kapatsam gözlerimi hayal ettiklerim ne olurdu ?

22 Şubat 2011 Salı

ritimsizlik

şarkı

bir yazının içeriği kadar önemli olan bir diğer unsurda yazıyı yazmaya sebep olan duygu düşünce veya her neyse odur.
yazmaya karar verdiğim an şöyleydi. yatağın içindeyim, ışık kapalı, radyo çalmakta, tavanımdaki yıldızlar hafiften parlamakta, kalbim gereğinden fazla hızlı çarpıyor. ritimsiz. yazmalıyım diye düşündüm.
yazıyorum.
yaşlandım biraz, kaybettiik bir o kadarda masumiyetimizi. yirmili yaşlarıma merdiven dayamışım - çok mu diye düşünüyorum, ancak birşeyin azlığı veya çokluğu baz alınan normal e göre değişmez mi - memnun muyum bilmem. yüzüm kırışıyor. saçlarım uzadı bu aralar her teli başka bir alemde, dağınıkım. konuşurken arkadaşlarımla çoğunlukla "hobaaa ve höyytt" havasında olduğumu farkediyorum. iki gün önce bikaç haftalık aradan sonra okumak için bir kitap aldlım elime. 15 sayfa sonra anlayabildim ne okuduğumu. kafam karışık çok fazla düşünmem gereken var. dikkatimi yoğunlaştıramıyorum sanırım.

aklımda en çok olduğunu farkettiğim düşünce bir motorsiklet almak, ilk önce almayı daha sonra aldığımı hemen ardındada iki teker üstünde yüzümde rüzgarı hissetmeyi düşünüyor zihnim. daha sonrada finansal hesaplara geliyor, plan yapıyor topluyor çıkarıyor bölüyorum. arttırıyor eksiltiyor bilmediğim işlemler bile yapıyorum. belki bu zihnimin bana oynadığı bir oyun. tüm bu anlattıklarım hem bir anda hem her anda oluyor. buna bir şeyi kafaya fazla takmak diyebilir miyiz. bu kötü birşey midir. öğrenim kredisi almış olsaydım mart ayında alabilcektim motoru. peki bu çok mu gerekli?

aslında ben başka birşeyler yazmak istiyordum ama lafı nerden motorsiklete getirdim bilmiyorum. bu yazı için basacağım yayınlaya. sonra ne yapacağımı bilmiyorum. ne kadar çok bilmediğim var.. bu üzücü bazen. bazen de...

13 Şubat 2011 Pazar

mm perde sallandı da

yazıp yazıpda "kaydı yayınla" tuşuna basamadığım yazılarımda az değil.

saatler sonra yine bir 8 haftalık kur başlayacak okulda, yine ders başlamadan 20dk önce sınıftaki yerime oturacağım, hiç acele etmeden etrafımı seyredeceğim. tatilim oldukça boş, bir o kadar tenha, bir miktar hüzün vve birazcıktan çok daha fazla yatarak geçti. dünümden daha mı iyiyim diye düşündüğümde 'dünümden daha mı iyi olmam gerekli ki' diyesim geliyor kendime. evet belki gerekli belki değil. belki yalnız olduğumdan, konuşcak birini aradığımdan değil ama anlatcak bişeyler aradığımdan yazıyorum bunları. belki de değil ;)

bak ne düşündüm hani bizi içinde yaşadığımız bir dünya var, o dünyanında içinde bulunduğu kocaman evren varya, hani herşey birbiri etrafında dönüyor itiyor çekiyor felan. şimdi bizim bahsedebileceğimiz ve hayallerimizin ulaşabileceği en büyük yani bizim + ∞ (bu işaretin ismi ingilizcede 'lazy eight' dir ve bu çok hoşuma gider) diye tabir ettiğimiz evren aslında başka bir evrenin içerisinde başka bir gezegende bir çiçeğin poleni hatta belki o polenin içinde bir atom olabilir mi? ve öyle olursa o çiçeğe veya ikinci evrene göre biz - ∞ olmaz mıyız? evren içinde evren kulağa oldukça hoş geliyor değil mi? -öyle olmasa bile kafa sallar mısın? teşekkürler-

aslında ben tüm bunları yazmıycaktımda perde sallandı o yüzden yazdım. yorumunu da merak etmiyor değilim hani.


12 Şubat 2011 Cumartesi

abuk subuk birşeyleri işte

ne çabuk bitti hazırlığın ilk yarısı derken, saçma sapan bir kışın -tabi kış denirse- ardından mart havası esen bir şubat akşamında pazartesi başlayacak okulumu düşünüyorum. peki sen ne zaman geldin 2011 ve ne zaman neredeye bir buçuk ay yaşadık senin içinde.

cebimde çok az -veya hiç- para ile dolaştığımda değişik bir huzur kaplıyor içimi, çok birşeye ihtiyaç duymayacağım birkaç eşyamın olacağı biryerlere gitmek, bu sefer harbiden gitmek istiyorum öyle zamanlarda. belki yürüyerek, belkide iki teker üstünde.

bir an geldi işte yazasım, nedenini bilmem, abuk subuk bişey işte..

10 Şubat 2011 Perşembe

anlamak

şubat akşamı, birşeyleri anladığım gün bugün. yarım saat içerisinde yarı şişkin tekerlerle ankara ayazında bisiklet sürmek. ve sonra paslanmanın verdiği dalgınlıkla bir kot pantolondan olmak, yaralı bir dize sahip olmak, incinmiş bir bileğe sahip olmak, ve bunların hiçbirinin umrumda olmaması. bir kez daha hatırlamam fotoğrafın altına yazacağım şeyi. şuan canım çok yanıyor evdekilere çaktırmamaya çalışıyorum :D


9 Şubat 2011 Çarşamba

iyi ki doğmuşum

bu yazıyı yazarken antonio vivaldi - four season ve birleştirilmiş halini dinlediğim için müziksel değişimlerle beraber yazının tonundada değişiklikler olabilir bu bir ön uyarı değil bir giriş cümlesidir.

bu blogumu okuyan insan sayısı bildiğim kadarıyla iki elin parmaklarını geçmez.



bu gün doğmuşum ben bundan tam 18 sene önce. ve ben güldürebildim yüzleri belkide ilk yeteneğimdi. siz düşünürmüsünüz bilmem ama ben niye doğduğumu düşündüm, düşünüyorum ve düşüneceğim. bulduğum bulamadığım anlayamadığım cevaplar, sorular var bunlar yazılarımın içinde azda olsa serpişiyor diye düşünüyorum. hayatımda okuduğum en güzel doğum günü şiiri okuldan bayram cansever hocamın kendi için yazdığı "pulsuz mektup" lakabıyla yayınladığı şiiriydi bulamadım bulsam sizinle paylaşmak isterdim. daha güzelini yazamayacağımı düşünüyorum o yüzden buna da değineyim dedim.

hayatımda bugünkü kadar çok insan kutlamadı doğum günümü, hayatımda bugünkü kadar çok çeşit sıvı tükettiğimi hatırlamıyorum. çok insanın kutlaması feysbuk sitesinin aktif kullanıcısının arttığının bir göstergesi :D onlarca kişi kutladı hepsine teşekkür etmek isterim. okuyamasalar bile bu yazıyı okuyanlar teşekkür ettiğimi bilsinler.

kuzenimle aramızdaki buzları erittik alaskayla beraber, sana da yer vermek istedim burada selişay. (şuan yazının devamında yer vermek istediğim mevzuları görünce yazının uzayacağını düşünüyorum). güzel sözler söylemeyi pek beceremem ama önemlisin benim için selişay, şuan karşımda olsan bi göz kırpardım sende anlardın sözcükleri bu anlar için kullanmayı beceremediğimide bilesin :) teşekkür ediyorum sana. hani bazen benden birşeyler öğreniyosunya bende senden birşeyler öğreniyorum ;)

babamla sistem hakkında konuşarak -babam pek konuşmaz bunu sevdim- başlayan bu günüm arkadaşlarımla buluşarak devam etti, birazcık anlatmak istiyorum çünkü şuan sadece yazmak için buraya oturdum ve yazayım istiyorum. "ikaros" bu kafeyi beraberce keşfedip -ilk ben bulduum- beraberce sevdik. buraya gittik, yiit - cansu - sefa ve ben. gerçi sefa ve cansu orada gerekli ayarlamaları yapmış -kendilerince :p- bekliyorlardı biz gittiğimizde. güzel vakit geçirdik benim için önemli insanlarsınız iyi yada kötü zamanlarımda elinizi omzumda hissedebiliyorum herzaman. daha sonra ayşen sen katıldın aramıza, vakit ayırıp gelebildin, beni çok mutlu ettin, yanımda olmanı isterdim ve isteğimi yerine getirdin. (anlayamadığım bir konu var şimdi ben evdede pastayı üflerken dilek tuttum bu dileklerimin ikiside aynı olmasaydı iki farklı olanda gerçekleşebilirmiydi? aslında sırf düşünün diye soruyorum cevabı bildiğimi biliyorsunuz). tüm bunlar için ve bugün yanımda olduğunuz için sefa, yiit, cansu ve ayşen çok teşekkür ederim iyi ki yanımdaydınız.


sol taraftaki kremlin sarayı rusyadan geldi babamın hediyesi bir müzik kutusu, ancak şuan tekleyerek çalmakta
ortadaki bugün arkadaşlarımın verdiği hediye, beni mutlu ettiniz, yakında bunu büyütmek dileğiyle
sağ taraftaki amcamın sinoptan getirdiği el yapımı gemi, her ne kadar vasat -bir denizcilik terimidir- tarafındaki direği kırılsada
hepsi benim için değerli eşyalar.

ikarostan ayrılırken canlı müzik abinin çektiği resim, kenafir gözlüyümdür çok bakmayın.

bu dünyada yalnız başıma olsaydım doğmuş olmamın bir anlam ifade ettiğini sanmıyorum. tüm insanlar birbirlerine bir biçimde bağlılar ve birbirlerini bir şekilde etkiliyorlar ben buna çok inanıyorum.bu blogu oluşturmamda etkisi olan biri var "ipek". senin blogunu okuduğumda üniversiteye yeni başlamış sayılırdım. ve okulda gördüğüm insanların çoğunun belirgin bir düşüncesi amacı yoktu. yazdıkların halen birşeyler için uğraşan en azından hayaller kurup gerçekleştirmek, bu dünyayı güzelleştirmek için çabalayan gençler olduğunu bana hatırlattı. bu benim için önemli birşeydi. benim için  insanların düşünceleri, düşünen inanlar, inandıkları için çabalayanlar önemli kişilerdir, sende onlardan biri oldun teşekkür ederim =)

ismini sayamadığım, tüm dost, hasım, hısım, arkadaş, akraba hepinize teşekkür ediyorum.

çok fazla kişiden bahsedince aklıma ne geldi, geçen sene dersaneden anasınıfı arkadaşımla sakarya caddesinden metroya doğru gidiyorduk, sakaryada bir çeşit grup toplanmıştı, grup otobüsünün üstündeki şahıs "burada şuna selam gönderiyoruz"  "buradan rahmetli buna selam gönderiyoruz"  "kaç yıl önceki ona selam gönderiyoruz" diye kalabalığa seslenirken ve bizde içlerinden geçerken "almanyadaki halama selam gönderiyoruum" diye seslenmiştin. çok gülmüştük ve bende burdan sana selam gönderiyorum dostum küba.

kısacası eksikleriyle fazlalarıyla saçmalıklarıyla güzellikleriyle blogdaki en uzun yazımı yazmış oldum. içimde çok kaldı bidaha söyleyim teşekkürler 1000 oldu heralde.

beyaz neyin rengidir bilir misin?
ve lale neyi anlatır dünyaya?

8 Şubat 2011 Salı

şekerleme tadında

çoğu zaman yazmaya nasıl başlayacağımı bilemedim. bu yazıyada böyle başlayarak bunu sizinle paylaşıyor ve zihnimin diğer kelimeleri parmaklarıma sıralama emrini vermesini umuyorum. evet öyle oldu hadi başlayayım.

8 şubat 2011 ne anlam ifade ediyor diye 3 hafta önce sorsaydın, Cem Karaca'nın ölüm yıldönümü olduğunu ve o gün hüzünleneceğimi söylerdim. aslında içimde biryerlerde hep bir parça hüzünle dolaştığımı farkediyorum zamanla. bugün yani yukarıda yazdığım tarih benim için ayrı bir önemi olan şekerleme tadında bir gündü. seni bilmem ama ben şekerleme - öğlen uykusu - yapmayı çok severim. huzurludur. ve bugün huzurluydu.

sevinç, hüzün, umut, hafiften gözyaşı vardı bu günün içinde aslında hepsinden az biraz olsada en çok sırıttık galiba. değer vermek güzel şey, ben değer vermeyi severim. verdiğim değerleri karşılıklar içinde büyütmesem de verdiğim değerleri büyütmeyi de severim.

bazı şeyleri pek beceremem söylemeyi ama hani sana hiç söylemesem de değerlisindir.

güzel bir ay gökyüzünü süslüyor şuan, bu yazıyı yazarken odamın tavanından - yüzüstü uzanmış dirseklerimin üzerinde doğrulmuş ve ellerimi yumruk yapıp yüzüme koymuş vaziyette - gökyüzüne doğru yükseliyorum aslında ilk önce oturduğum şehir daha sonra yaşadığım ülke gitgide küçülüyor ben yükselirken. ve bugün güzel bir ay var gökyüzünde sana söylediğim. orada bitiyor yükselmem. ve şenlik içinde düşünüyorum "insan içinde ne barındırır"  - "insana verilmeyen şey nedir" - "insan ne ile yaşar". ve cevaplar sıralanıyor aklımda. "insan içinde sevgi barındırır insana hükmeden duygu budur." -  "insana kendi ihtiyaçlarının bilgisi verilmemiştir. yani yarın giymek için güzel bir çizmeye mi yoksa ölü bedenimiz için bir terliğe mi ihtiyacımız olduğunu bilemeyiz" - "insan inancıyla yaşar, inancı olmayan insan ölü bir insandır."

 sevgi hükmeden bir bedende bana verilmeyen şeylerin farkında olarak, inancımla yaşamaya devam etmeye çalışıyorum, tüm bunlara ortak olabilir, tüm bunlara kızabilir inkar edebilir kıyısından köşesinden birazcık tutabilirsin.

bugün gerçekten güzel bir gün geçirdim, uzun süredir yaşamadığım kadar. daha nice mutluluklar paylaşmamızı diliyorum. teşekkürler :)

"İnsan Ne İle Yaşar" Tolstoy un bir kitabıdır.
Resimdeki karakterde benden bir parça gördüm, kuşlar özgür bırakıldı ve götürdü yalansız diyarlara yalan sevmeyen adamı.

5 Şubat 2011 Cumartesi

yoldan çıkan yazı

bir şubat sabahı, aslında (5) şubat sabahı. bu sözlerden sonra yazıyı okumaya halen devam edersen birkaç birşey yazayım.
evet şubat ayında bir sabah, ve mart ayında olması gereken bir hava var yaşadığım bölgede. ben bu sene kışı yaşayamadım. imge de yaşadım o ayrı tabi. artık yaşayamadıklarımı imge de mi yaşıyorum ondan da emin değilim.
bazen olur ya bana "birşeyler eksik" şeklinde açıklarım bunu, yüzümü her zamankinden daha kırışmış, gözlerimi her zamankinden daha düşünceli bulurum. ve genelde bir şarkı mırıldanırım böyle anlarda, bu seferki şarkı bu şarkıydı. çok hoşuma gidiyor bu şarkı, belki sadece bu sıralara özgüdür.

yazının yoldan -konudan- çıkmasına neden olcak kelimeler geliyor. benim minik bir kitabım vardır "hayal dükkanı" ismi, en ucuz ve en değerli eşyalar o kitapta satılır. tutunabildiğim en güzel dal hayaller. yalnızca "o" harfiyle konuşulan bir ülkede yoşomok ostordom. buda kitaptaki ilk hayal :)


gerçeğe hayal ettiğiniz kadar yaklaşabilirsiniz. ve zaten gerçekler hayallerin katı halidir.

-

1 Şubat 2011 Salı

elimizde taze kır çiçekleri

bu saatlerde yazasımın geldiği pek görülmemiştir. ancak anlam veremediğim bir hevesle yazıyorum. bugün Barış (Manço) abim için birşeyler söylemek istedim. belki az belki çok belki tam kararında ama "seviyorum seni barış abi" diyorum, ve bunu söylerken huzurluyum. sen gittin gideli de ülkemiz değişti, dünyamız değişti, hatta geçtiğimiz sene "japon yılı" ilan edildi ülkemizde. biraz da benden bahsedeyim, ben büyüdüm, beni hiç tanımadın ama ben seni tanıdım, halen 'hava ayaz mı ayaz' diye başlarım ellerim ceplerimde yürürken gökyüzünün altında. hedefler ve hayaller yaşantımı şekillendiriyor.