15 Aralık 2017 Cuma

Gibi

Artık hangi ülkede yaşarsam yaşayım, tatmin olamayacağım gibi.
Artık hani şehri seversem seveyim boş gelecek gibi.
Artık hangi işte çalışırsam çalışayım anlamsızlaşacak gibi.
Artık hangi hayali kurarsam kurayım yıkılacak gibi.
Ve artık ne kadar yemek yersem yiyeyim doğmayacağım gibi :)

Biraz daha kıvırarak yazsam "dünya insanı" oluyorum derdim ama bunu diyebilecek seviyede değilim.

İnsan ne ile yaşar çoktan çözdüm sanırdım, ama bu konuda da tekrar yanıldım.

Sanırım beni bu hayata bağlayan tek bir şey kalıyor, etrafımdaki insanlar. Ancak onlardan da özlediğim -ve belki beklediğim- iki derin laf, iki bakış, iki hayat ve dünya muhabbeti.

Bu şu sebepten dolayı diye tahmin ediyorum, mesela bir köye gidiyorsun birisi düşünüyor ki geldik takıldık gittik köy işte amaan. Ama birisi düşünüyor ki köy: köy hayatında pazartesi yoktur, her gün hemen hemen aynıdır. İşte ben bu ikinci konuşmayı o kadar özlemişim ki.

Kemalettin Kamu  bingöl çobanları ile sohbet edip onların içine karıştığında şu şekilde aktarıyor bir hayatı, bir ömrü:

Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni;
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini. 
Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek; 
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek, 
Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı; 
Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı:

Bu adam dünyayı farklı görüyor, çobanın derdi ile dertleniyor. Anlık da olsa kendini onun yerine koyuyor, şiirinde onu yansıtıyor. Ben demiyorum ki herkes gelsin bana şiirler okuyarak yaklaşsın. Ama öyle değil işte mesela kalbi güzel bir insan diyor ki "taşıt içerisinde ters gittiğimde benim için sıkıntı yok, ama ters gidince midesi bulanan insanlar olduğunu bildiğim için o koltukları meşgul etmek istemem, ve özellikle ters otururum". Ve bu insan bunu sen sormadan söylemez. Bu onun hayatında küçük bir detaydır ve bu tarz detaylardan belki binlerce vardır.

Aynı zamanda ben demiyorum ki böyle düşünmeyen, empati yapmayan insan sığ insandır. Böyle bir şey söylemek ve düşünmek haddime değil. Ben sadece bir özlemimi dile getirdim.

Ben yazıyorum elimden geldiğince düşüncelerimi duygularımı cümlelere çevirmeye çalışıyorum. Cümlelerim tam olarak düşüncelerimi ifade edemez, ancak çabalıyorum. Bu blogda kendimi anlatıyorum, kendim ile olan yolculuk içerisinde sizin de kendinizden bir parça bulabileceğinizi düşünüyorum.

Ve henüz kaybetmeden, ama kazanmadan da yazdığım şiiri hatırlıyorum. Şimdi bu gemimi yine fırtınalı denizlere doğru sürüyorum.
__

Sonradan bir kısa hikaye eklemesi:

Dört yüz yıl önce Konstantinopolis isimli bir şehirde soğuk mu soğuk bir kış yaşanıyordur. Sokakta yoğurt satan yoğurtçuyu duyan Ali oğluna seslenir.
- Oğlum bir kap getir de yoğurt alalım. Oğlu cevap verir. "İyi de baba bizim zaten yoğurdumuz var, yoğurda ihtiyacımız yok ki" der. Ve Ali gülümser.
- Bizim yoğurda ihtiyacımız yok ama belli ki onun bize ihtiyacı var, baksana bu soğukta sokaktan üçüncü geçişi.

Eklemeye ekleme:
Bu hikayeyi eklememin nedeni yazılarım benim çok depresif oluyor. Yani normal hayatta bilenler bilir güleç bir insanım. Ve bu sefer mutluyken sadece beni mutlu eden ana odaklanmak, bakalım ilerde ne olacak çok düşünmemek, elimden geldiğince bu mutlu anlara sarılmak ve denemek istiyorum. Sonuçta gelecek pek de öyle kontrol edebileceğimiz bir şey değil..

14 Aralık 2017 Perşembe

bazı sorular

Sen rahat uyuyamadığında uyuyamamak mıdır sevmek
Yoksa her uyandığında yanında olmayı istemek mi

Afili sözlerle mümkün müdür kalbini fethetmek
Yoksa afili sözler içinden gelenleri söylemek mi

Hava soğuk, hızlı adımlarla yürüyorum bu sokaklarda
Yoksa kalbinin sokakları uzanamadığım ellerindeki kıvrımları mı

Tamam abartmayalım diyorum kendi kendime
Yoksa abartmak sarılırken onu dakikalarca koklamak mı

Kırılmış kalpler midir heyecandan aldananlar
Yoksa olağan bir hayat mıdır, altından geçen bu raylar

Ait olmak bir eşyaya, bir şehre, bir rüyaya
Ait olmak her şeyiyle bu mavi küçük dünyaya

__
Sevgi insanlar arasında görülemeyen bir bağ kurar
Ve bu bağ mesafelerin anlamını yitirdiği, kavuşmaların anlam kazandığına işarettir
Bir eşyayı, bir şehri, bir rüyayı sevmek -ki bir gece bir limanda yalnız bir yelkenli ve yıldızlar varken
O eşya, o şehir, o rüya bizimle yaşar

Ve bir gece bir limanda bir yelkenli ile yapayalnızken o yıldızar bize göz kırpar:
Evet umut var!

13 Aralık 2017 Çarşamba

kırılmışlar.2

Kaybetmeden yazıyorum bu defa, aynı zamanda henüz kazanmadım da.

Kazanmaya en çok yaklaştığım an, kaybetmekten en çok korktuğum an oluyor.

Eğer aşk denilen şey gerçek olsaydı diyor huysuz bir adam günlüğünde,
Terinin kokusunu hayal ettiğimde ağlardım.

Eğer terinin kokusunu hiç almış olmasaydım,
Düşlerinde de olsa karşına çıkar,
Kaf dağında da olsan seni sorar, arardım.

Bu gece ellerin ellerim ile buluşamıyor, gözlerim gözlerini göremiyor.

Eğer sevgi denilen şey gerçek olmasaydı,
Yüzlerce kilometre ötedekiler hiç umurumuzda olmazdı.
Eğer Tolstoy "insan ne ile yaşar" diye sormasaydı, tek kelimelik cevabı tek soru ile bulmazdı.

Bu gece hangi sokaklardan geçiyorsun?
Hangi karanlık sokaktan geçsen ateş böceklerini oraya gönderirim biliyorsun!

"Geçtiğin karlı yollar ve baktığın şu pencere
Götürür seni bu yol, en güzel bilinmezlere
Ve en değerlisi belki, ulaşırsın kendine"
___



9 Aralık 2017 Cumartesi

Kalem kırılınca(1)

Kalem kırılınca yazı olur ve ciddi meseleler konuşulur. Havanın soğukluğu sabaha su birikintilerini dondurur. Ve böyle gecelerde okunur huysuz bir adamın günlüğü.

"Kırılmış kalbin tekrar yürülüğe girmesi:
Size çok zor yazdığım bu hikayeleri anlatacağım. Baş rolde kıvırcık saçlı, bir seksen boylarında bir kız ya da sakallarından yosunlar toplanan bir denizci yok. Baş rolde kalbi kırılan ve tekrar yürülüğe giren herkes var. Benim cümlelerim kendi kişisel deneyimlerimden oluşur, gezdiğim denizlerde, karalarda ve tüm acun etrafında dıştan kalabalık içten yalnız olan insanların yansımasını oluşturur."

Bazı insanlar kalem kırılınca yazar, bence huysuz bir adam da onlardan biri. Bazen öfke ile kırılır kalemi, bazen hasret ile. Kah denizler hatırlatır çocukluğunu, kah yağmurun eşsiz kokusu.

"Sevdiği insanı toprağa gömdü, artık hareket etmeyen bir beden, atmayan bir kalp ve konuşmayan bir yüz beyaz bir örtünün içerisinde onun kucağında bir buçuk metre derine kazdığı çukurun içine uzandı. Ne kadar ısrar etsem de kazarken yardım kabul etmedi. Yağmur çiseliyor ve onun göz yaşlarına karışıyordu. Elini omzuna koydum. Biliyordum ki sevdiğini kendi elleriyle toprağın içine bırakan, ve kendi elleriyle gözyaşları içerisinde sevdiğinin  bedeninin üzerini toprak ile kaplayan bu kişi bir artık farklı biriydi. Ölümle ilk defa bu kadar yakınlaşılınca parçalanan bu kalp, insana taşıması ağır bir yük ve alınan her nefese eklenen yeni bir sorumluluk getiriyordu. "

Sayfaları hızlıca çevirdim, bazı harflerin altı çizilmiş ancak özensizce yazılmış bu kısım hemen bitsin istedim. Huysuz bir adamın yazdıkları, ve ölümün yazıya sinen kokusu beni oldukça rahatsız etti. Ölümü yok satmanın getirdiği keyfe dönmeden önce tekrar hatitladim - yaşamak öldürür.

4 Aralık 2017 Pazartesi

la mia sognare

Bir mekan, bir obje, bir parçası vücudun
Ölçüsü kaçıyor
sonbahar kışa çalarken nefesindeki aruz'un

Yaprakların renginin anlamı ikimizin arasında
Ve kurumuş yapraklar bulursun
en güzel sahafların
En güzel raflarındaki
tozlu kitaplar arasında

Yedi tepeli bir şehir, on parmaklı bir kadın
Uzaklaşır düşlerim,
bu gece yine en uzak gurbetteyim
Belkide her gece
sayıkladığım çiçektir  senin adın

Bin defa kırıldım, bin defa duruldum
Gözlerinde sonbahardaki huzuru buldum
Ne vakittir ikilem,
hep dişlerim sallanır
En fırtınalı denizler,
rüyalarda dalgalanır

Bir seçim yaptım o gün,
kırıklarımı onardım
Bir Anka kuşu olsam,
düşlerine konardım

Serin bir gecedeyim,
hava açık ve dolunay var
Sokak lambaları
her zamanki frekansinda yanarlar
Anka kuşu bekliyor,
yarın güneş doğacak
Ve güneş doğduğunda
Simurg uyanacak

27 Kasım 2017 Pazartesi

kırılmışlar.1

Sevince yazmadı şairler en güzel şiirleri
Ayrılınca boşalttılar kalemlerindeki murekkepleri

Sevmenin tarifi yok diyor huysuz bir adam günlüğünde. Her sevgi kişiye özel, her deneyim eşsiz. Ancak kaybetmenin tarifi var diyor, kaybedince hepimiz bir'iz.

Kaybetmeden yazıyorum bu defa, aynı zamanda henüz kazanmadım da.

Eger cok kırılmış olmasaydım diyor huysuz bir adam günlüğünde, yıldızlardan çiçekler yapar o uyurken baş ucuna koyardım.

Eğer gece olunca yanmasaydı sokak lambaları, ateş böceklerini pencerenin önüne yollardım.

Kaybetmek bir ihtimal bilirken, ellerini çocuksu heyecanımda buluyorum.

Eğer çok kırılmış olmasaydım diyor, sen de severdin biliyorum.

26 Kasım 2017 Pazar

Batı Ormanından (1)

Yedi metre boyunda büyük bir çınar altında hatırladım seni.
Yediveren kan çiçekleri ile aynı anda sustu kaval sesi.
Güneş sadece kızıllığını bıraktı geride, seyre daldım güneşi.
Ve rüzgar ile tepemdeki yaprakların başladı seremonisi.

Batı ormanında bir gün geçirdim, çok söz söylenmiş, az sonuca varılmış ve herkes yarı tatmin biçimde toplanmak için büyük bedel ödediğimiz o yerden ayrılmıştık. Bir çokları bilir ki o malum yer bizlere göre değildir.

Yedi ağaç, yedi insan, yedi ömür, ki bu yedi ömre sığdırılan hayali yüz binler görür. Bir söz söylenmiş ise geri adımı yoktur, bir söz söylemenin ise yöntemi çoktur.

Bir konuşur "bir ülke, üç yanı deniz, beş yanı düşman, içinde milyonlarca insan"
Üç devam eder "bir önder, yüz kahraman, binlerce yürek var ise davaya inanan"

Altı "bir ülke, üç yanı deniz, iki yanı düşman, içinde milyonlarca insan"
Dört devam eder "zayıfları ezen olur her zaman kazanan"

Batı ormanında bir gün, yedi hiç konuşmadan geçti o gün yedi ağacın altında. Rüzgar bile susacaktı yedi konuştuğunda.


11 Ekim 2017 Çarşamba

Düşlerin sokak lambasında kör olduğu gece

Bu gece bir sokak kaldırımında oturuyorum. Düşler oynuyor sokakta, herkes uyuyunca ortaya çıktılar, geldiklerini çok az insan gördü ve çok azaları buna şahit oldular, belki de onlar yalnızca yalnızdılar.

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum, yine düşleri seyretmiş bir gece kaldırımda. Yazmamış ama biliyordum: gündüzden beklemiş olmalı onları orada.

Karnım gurulduyor en son ne yediğimi hatırlamıyorum, bu sözlerim karamsarlık kokuyor biliyorum. Düşler sokak lambalarının ışıklarına bakıyorlar ben onları seyrediyorum. İnsan düşlerde kör olur derler, bu gece düşler sokak lambalarının ışığında kör oluyorlar, yıldızlar onlar sokak lambalarına baktıkça yok oluyor. Ben düşlere üzülüyorum.

" Gecenin sessizliğinde huzur bulan insanlar ve gündüzün telaşında kaybolan ruhlar tanıdım. " bu cümle bana bu şarkıyı hatırlatır. Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum ve bir amaç seziyorum cümlelerinde, pişmanlık, kargaşa ne yaşadı ise ona 'insan nedir' bilmeyi öğretmiş.

İnsanlar doğruları duymaktan o kadar korkarlar ki onların yüzlerine doğruları söyleyen insanları kendilerinden uzaklaştırırlar. Düşler sokaktalar halen, tan yerinin ağarmasına bir saat kadar var. Ve o zaman ki düşler kaybolur sokaktan ki sokak lambaları artık mesailerini bitirirler, ayrı bir telaşe kaplar sokakları. Bozulmuş sosyal düzenin içerisinde sahte hayaller ile sahte mutluluklar üreten kitleler doluşur sokaklara. Boşver..

Henüz tan ağarmamış iken gecenin sessizliğine bırakırım kendimi. Düşleri seyreder, bastırırım diğer her şeyi.

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum, insan nasıl kaçar gibi yapar düşüncelerinden daha iyi anlıyordum. Ve o gece onunla beraber o kaldırımda oturup kadim gökyüzünün altında düşleri seyrediyordum.
_________________________

Eylülün son günü ve ben yola düştüm trenle, yanımda arkadaşlarım istikamet "Cinque Terre". Anlamı 5 köy demek ama 20 dakikaya sığdırmaya çalıştım bir günü. Yeni projemi de kivisel düşünceler şeklinde adlandırdım.


19 Eylül 2017 Salı

Yeniden Dönüş

İki dolunaydan daha uzakta şimdi gözlerin
Aynı yerde bekliyorum tramvayları
Ve farsça şarkılar suskun bugün
Sakladım kalbimde oyuncakları

Gözlerinden nehirler geçiyordu
Ve nehirler kaybolurken vadiler arasında
Birikmiş keşkelerimi buluyorum gün batımında


Yeniden dönüş diye sayıklıyor içim ama ellerin nerededir?
Gözlerinin yeşili o eşsiz nehirlerdedir
Geri veremem sana kurduğun o düşleri
Ve geleceğin anahtarı belki o tek hecededir

Bir zamanlar çığ düşen dağlar sessiz
Dağlar uzak
Ve yokluğunda benim bakışlarım kurak
Neden gerek nehir gözlerin anlıyor musun?

Kaç dolunay daha bekleyeceğim seni
Kaç yağmur damlası ıslatacak ceketimin omuzlarını
Kaç tramvay geçecek bu sokaktan belki fecir 
Ve belki ben nehirleri yıldızlara soracağım

11 Temmuz 2017 Salı

Il tempo è relativo

"Time is quite relative my dear" he said. He knew that how universe works and how people think.


"Our planet Earth is on orbit for a long time. When we recognize it, we called one cycle around the Sun as one year. The term of year is something we made it up. So why do you think that I care how old you are or the age differences between us. Its meaningless even we dont know how long we will be exist. Time is quite relative my dear, dont overestimate human kind. We are just here, try to enjoy now. Yes right now."

He freed himself from time then he believed in love as many others..

______________________

Dolunayın ardından

Tramvaylar geçiyor önümden, ben seni bekliyorum
Sözlerin havada süzülüyor,  ben gözlerinde yüzüyorum

Farsça bir şiir okuyorum bugün
Hayır mesnevi den bir beyit değil bu
Bu sana son defa soruşum diyor şair
Yalan söylüyor kendine biliyorum
Sadece bir cevap bekliyor nefesinden hayata dair

Farsça bir şarkı çalıyor uzaklardan belki eski bir anıdır umuyorum
Dudakların eşlik ediyor şarkıya, ben dudaklarına bakıyorum
Gözlerin gökyüzünde dolaşıyor, ben gözlerinde yaşıyorum

Sokak lambaları daha düşük frekansta titriyor bugün
Kalbimi senden korumam gerek korkuyorum
Umursamazlık okulundan birincilik ile mezun olduğun yazıyor gazetelerde
Ben yağmurun kokusunu yağmadan alıyorum

Yaz yağmurları çok kısa sürer,  bunu bilenler çoktur
Yalnız kendi ile konuşanların kalplerinin anahtarı yoktur
Ve seyretmek dolunayın ardından seni
Tüm düşler nasıl da tarumar olur

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Kuşlar uçuyor hayat ne garip..

Son iki aydır kütüphane mağduruyum. Derslerin de bitmesi ile beraber sabah 8am kütüphane çalışanları ile açılış, pek uykulu isem kahve makinesinden bir kahve almam ve ardından ders çalışmaya başlamak..

Tam üç dolunay olmuş yazmayalı buraya. Biraz durulduk, sınav sonuçlarını da bekliyoruz derken yazasım tuttu. Şu an yazdığım masanın da fotoğrafını paylaşıp anlatmaya başlıyorum.

Burada kaldığım her gün Milan'ı daha çok seviyorum. İlk geldiğimde edindiğim hırçınlık yavaş yavaş beni terk ediyor. Hoşuma gitmeyen şeylere alışmaya başlıyorum veya hoşuma giden şeyler değişmeye başlıyor.

Burası gerçekten çok güzel bir şehir. Mesela geçen gün Sefa ile bir konuda konuşuyorum "aa sinemaya gitsenize" dedi ben bir şaşırdım. Bir insan niye sinemaya gitsin diye değil, ama gerçeklik şu: Ankara'da etkinlikler (buluşmalar, yeme içme, takılma) hep avm lerde oluyor. Bunun çok önemli bir nedenleri şehrin kışın soğuk olması, avm kütlürünün on yıl içerisinde iyice oturmuş olması, talep de görmesi, çoluk çocuk gelindiğinde güvenli olması. Ama benim için zaten oldukça tiksindirici olan bu kapitalizm şatoları daha da kötü hale geldi..

(Şu an bu farsça şarkıyı dinliyorum)

Burada şehrin içinde bizim avm ler gibi sayılabilecek belki bir iki yer var ancak kimse arkadaşlarıyla buluşmak için avm ye gitmiyor, yemek yemek için avm ye gitmiyor, ne yapayım ne edeyim diye düşünüp zoraki sinema,lazer tag, bowling zorlanmıyor..

Son dolunayı izlediğim yerden size bahsetmek istiyorum ismi "Arco Della Pace". Burada kışın kimseleri göremesek de yaz akşamları hiç yoksa gece 1e kadar insan dolu. Ama insan dolu derken tıklık tıklım kalabalıktan bahsetmiyorum (örneğin bir cuma akşamı seğmenlerde oturacak yer arayıp iki ağaç olsun da altında oturalım ve rahat edelim diye gidiyoruz, ancak cool takıldığımız seğmenler parkı gerçekten o kalabalıkta cool olmuyor, ancak elimizdeki en güzel seçenek tabi orası ayrı).
Parco Sempione tarafından görünümü
Yapımı 1838'de tamamlanan bu yapıt 1815'de Viyana kongresi sonrası Avrupadaki barış ortamını simgelemektedir. Ama Italyanlar için ayrı bir anlamı olan Zaferi de simgeliyor.

Şehrin hemen hemen tam ortasında olan Arco, Sempione parkının sonunda yer alıyor. Sempione parkının bir diğer ucunda ise Castello Sforzesco bulunuyor. Sağ tarafa eklediğim ikinci fotoğraftan Arco nun ortasından ileriye doğru baktığınızda Sempione parkı ve Sforzesco kalesi görünmekte. Oldukça keyifli bir manzara.

Resimde görünen tramvay benim evme gidiyor. Son durağı olan piazza castelli'de inerseniz beklerim.
Diğer taraftan görünümü
Tramvayın durduğu cadde trafiğe kapalı, sağlı sollu bir sürü cafe, bar ve yeme içme yerleri var. Şehrin dokusu ile oldukça uyumlular. Meşhur aperitivo (10eu civarı sadece içeceğe para ödeyip açık büfe -ki ağır ağır yemekler değil minik minik yiyeceğiniz bir sürü şey) için bura oldukça tercih ediliyor. Aynı zamanda sempione parkındaki sivri sineklere dayanabiliyorsanız parkın içi de iyi bir tercih. Arco nun etrafı bir amfi tiyatro gibi taş oturaklar ile çevrili, parka yakın tarafı yaklaşık 4 basamak, diğer tarafında ise bir basamaklık taş oturma yeri var. Ancak yeterince insan oturabiliyor, ve geniş bir alanı olduğu için insanlar rahat rahat takılabiliyor.

Aslında buranın güzelliği yediğiniz içtiğiniz veya gördüğünüz şeyler değil. Her şeyin bir uyum içerisinde olması. Güzel bir şehirde yaşadığınızı hissetmeniz. Sokakların açılarından tutun da, önünüzden geçen tramvay, ağaçlar.. Her şey bir uyum içinde. Ama bu rastgele olan bir şey değil, her şeyin uyum içinde olması için, daha güzel olması için çaba gösterilmiş ve bir emeğin sonucu.

Son dolunayı Arco da seyrettim, gün batımını orada yakaladım bir sonraki dolunayda Türkiye de olacağım.

Seneye nerede kalacağım henüz belli değil, ama şuan bu satırları yazdığım evden ayrılacağım. Hiç bir sınavım henüz açıklanmadı ve bu sebepten henüz dönüş bileti de almadım. Bir kontrol manyağı olarak belirsizlikler beni çok tedirgin ederdi, ancak ona da alıştım.

Bir sürü şeye alışmak bir büyüme işareti mi?..

Edit: böyle bir şarkı varmış hiç unutmak istemiyorum "Yusuf - Cat Stevens / Father and Son"

Bir kış gecesi Arco della Pace

24 Nisan 2017 Pazartesi

Durağanlık

Huysuz bir adamın günlüğünü okuyordum "ekinokstan bir ay sonra" başlıklı bir yazıya rastladım. Bir liste olduğu gözüme çarptı, tüm yalınlığı ile buraya aktarıyorum.

Ekinokstan bir ay sonra;


- Hayatta kalmak ne yoğun bir tutku ve ne haz verici bir eylemdir. Bir canı almanın yüreğinizdeki ve aklınızdaki izini taşımak ise bu yoğun tutku ve haz verici eylemin süregelen yolculuğunda taşımanız gereken ağır bir yüktür. 



- İnsanlar yeryüzünde akıllı canlılar olarak gezerler, duyabildikleri, görebildikleri frekanslar kısıtlıdır ve pek çok fiziksel zayıflıkları bulunur. Akılları hayatta kalmak üzere programlanmıştır ancak anlaşılmaz bir biçimde bazı temel güdülerini -ki bazen bu hayatta kalmak bile olabilir - geri plana atarak seçimler de yaparlar.



- Sevmek yıpratıcı bir süreçtir. Bazı insanlar sevmek için kendilerini aşırı zorlamaya ihtiyaç duymazlar, sevmek bu insanlar için olağan bir eylemdir. Sevginin yıpratıcılığı eşit miktarda veya hiç karşılık alınamaması ile başlar. 



- Bazı insanlar vefasızdır.



- Bir çok insan kendilerine değer verildiğini hissettiklerinde aynı şekilde değer vermek yerine "cepte" olan bu karşı hisler ile egolarını beslerler. Beslenen bu egolar hep karşı tarafı yıpratır. Bahsedilen bu hadise ile değer veren kişi değer verdiği kişi ile arasını açmaya karar verir ise genelde "cepte" düşüncesine sahip kişi başka birini - insanlar her ne kadar bunu inkar edecek olsalar da - manipüle ederek yine egosunu besleyecektir. Bu durum beslenecek kaynak bulunamayıp mutlak yalnızlık ile baş başa kalınmasına kadar devam eder. Doğada bu ilişkinin bir çok örneği bulunur. İnsan türünde bazıları ise bu döngü içerisine girmemek için sürekli yalnız kalmayı tercih ederler. Yalnızlık bir seçimdir, çok azları anlarlar.



- Ölümler acı verir. Bir başkasının değer verdiği kişinin ölmesi ile insanların kendi değer verdikleri kişilerin ölmesi arasında "uçurumlar" kadar fark vardır. Yakınındaki ilk ölüm ile 15 yaşın altında karşılaşan insanlarda ortak bir özellik, psikolojik sapmalar ve erken olgunlaşma sıklıkla görülür.



- Yıldızlara her zaman güvenirim, çünkü onları yıllar boyu gözlemledim ve bu gözlemlerimi yüz yıllar boyunca yıldızları gözlemleyen başka insanların yazdıkları ile pekiştirdim. Ben yıldızları bilirim.



- Gemimi iyi tanıyorum, eksik ve zayıf yönlerini biliyorum, santim santim tüm tahtalarına dokundum, anladım ve hissettim. 



- Bulutlu bir gecede yıldızlar kaybolduğunda insanlar korkar ancak insanlar bana güvenirler, ben korkarım ancak ben yıldızlara güvenirim. Bazı gerçekler her zaman görünür olmak zorunda değildirler, yıldızlar oradalar ve ben bunu bilirim.



- Ekinokstan bir ay sonra susacağım ve zamanı geldiğinde gözlerinden galaksideki tüm yıldızlara bakacağım.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Verona'da Bir Gün Diye Başlayan Bir Yazı

Aylardır Milano'dan başka bir yere gezmemiştim, bunun nedeni olarak ultra tasarruf modunda olmam ve biz gezmede bir kaç yeri toplu gezmek istememi söyleyebilirim. Lakin Büşra'nın Verona'ya gidelim mi diye sormasının ardından Verona'ya gitmiş bulunduk.

Verona Italya'nın aşağıdaki görselde gösterilen kısmında bulunan 260,000 nüfusuna rağmen oldukça popüler ve Unesco Dünya Mirasları listesine dahil olan bir şehir. 

Milano'dan tren ile veya otobüs ile ulaşım mümkün, bizim gideceğimiz tarihlerde tren bileti daha ucuz olduğu için tren yolculuğunu tercih ettik. İki çeşit tren Milano-Verona seferi yapıyor yaklaşık her saat tren var. Hızlı tren pahalı olduğu için yavaş olan -regionale- tren ile yaklaşık 1 saat 50 dakika'da Porta Nuova istasyonuna ulaştık.

İstasyondandan Şehrin ana meydanı denilebilecek Piazza Bra'ya gitmek için istasyonun hemen önünden kalkan otobüsler kullanılabilir. Bu otobüsler ücretli (kart almak gerekiyor) ancak tüm kapılardan hunharca bir kalabalık otobüse bindiğinden dolayı herhangi bir bilet kontrolü olduğunu düşünmüyorum. Alternatif olarak 15-20dk yürünerek de Piazza Bra'ya ulaşılabiliyor. Biz yürümeyi tercih ettik.

Piazza Bra'ya şehrin kapısı gibi görünen iki bina arasındaki eski bir kapıdan giriş yapıyorsunuz ve meydanın ortasında dinlenilebilecek bir park var, ilk gidildiğinde sağ taraftan 150m yürüdüğünüzde bir binanın altında turist info ofisi var ve oradan bedava şehir haritası alabilirsiniz.

Meydanın hemen diğer tarafında Verona'nın en önemli yapılarından biri olan antik tiyatro bulunuyor. Buranın fotoğrafını aşağıya ekliyorum. Vinitalia etkinliği için arenanın ortası böyle dizayn edilmişti MS.30 yılında inşa edilen bu yapıda halen konser ve tiyatro gibi etkinlikler gerçekleşiyor. Giriş normalde 10Eu ancak öğrenci kimlik kartı ile 7.5Eu ya girdik. Ben pahalı olduğunu düşünüyorum. 
St Anastasia - Verona


Verona Arena



















Şehrin en güzel yanı daracık sokakları arasında gezerken etraftaki dükkanları inceleyebilmeniz, üç tane büyük kilise var Duomo - St. Anastasia ve San Maggiore, sanırım hepsine giriş ücreti 2,5Eu. Biz pazar günü gittiğimiz için pazar duasının dağılma saatine yetiştik ve Anastasia da insanlar tam dağıldığı sırada aradan kaynayarak içeri girdik güzel büyükçe bir kiliseydi. 

Ancak 2.5Eu verilir mi bilemedim. İçerinin bir fotoğrafını yukarıya ekliyorum. Buradan hemen bir arka sokakta yer alan Adige nehrinin kenarına geldik ve buradan Ponte Pietra'ya doğru yürüdük ve Ponte Pietra'dan nehrin karşısına geçtik. Nehir boyunca butik minik minik bir sürü kafe var, menülerinin fiyatları 15-25Eu arasında değişiyor. 

Ponte Pietra'dan karşıya geçtiğinizde antik roma tiyatrosu bir tepenin yamacında size bakıyor. tepeye aralardan dar merdivenleri geçerek çıkıyorsunuz. "Teatro Romano di Verona" ismindeki bu yerin müze girişi de bulunuyor ama müzeye girmeden de tepeye çıkarken kalıntıları görebiliyorsunuz. Tepede ise çok güzel bir Verona manzarası sizi bekliyor. Adige nehrinin şehri nasıl sarmaladığını, Duomo ve diğer kiliselerin yükselen çan kulelerini ve şehrin tamamını tepeden görebiliyorsunuz. 

İsmini bilmediğim ama bahsettiğim tepe 
________________

Bu yazıyı burada duraklatıyorum, başka bir zaman bitirebilirsem bitireceğim. Arkadaşlar söylemek istediğim bir şey var.. Bu Avrupanın şehirleri ne kadar güzel değil mi? Arenası falan ne kadar muhteşem? O şimdi tiyatrolar yapılan konserler verilen arenalarda daha 1700 yıl boyunca insanlar dövüştürüldü, köleleştirildi, zevk için vahşi ve egzotik hayvanlar ile dövüştürüldü ve insanlar kahkahalar atarak bu şöleni(!) izlediler. 

Avrupanın muhteşem gelişmiş ülkeleri yüz yıl önce endüstriyel inkılaplar ile beraber ulaşım ve üretim araçlarının gelişmesi sonucunda işlenecek hammaddeleri afrika ve hindistanın tamamını köleleştirip sömürerek oradaki insanların emek ve kanları üzerine kurdular. Ve bu zenginliği devam ettirecek bir düzen kurmak için ise çok çalıştılar, avrupa birliği gibi muhteşem bir fikir ortaya koydular birbirlerini kolladılar. Müslüman bir ülke olan Bosna-Hersek'te daha yirmi yıl önce yaşanan katliamlara bile göz yumdular. 

Bu gün dünyanın dört bir yanında zulüm, güçlerin savaşı, birbirini öldüren insanlar, medya ile anlatılan hikayeler ve sokaklarına bakıp ahh ne güzel memleket diyorsak işte bu yüzdendir.

Buradan şehirlerinin güzel olmadığını, gitmenin gezmenin yanlış olduğunu vb şeyler söylediğim algısı oluşmasın. Ancak demek istediğim bir yemek önünüze servis edildiğinde mutfakta bunun içine tükürülüp tükürülmediğini bilemezsiniz. Tarih ise mutfakta neler olduğunu da görmemize yarıyor. Lütfen sadece önünüze gelen tabağa bakmayınız. Söyleyeceklerim bu kadar!

16 Mart 2017 Perşembe

Geceye yıldız ve sana hasret

Hayatı sana anlatmamı bekliyorsun ve bu konuda çok yanılıyorsun dedi. Her zamankinden daha fazla titreyen elleriyle en sevdiği bardağını masasına koyarken çıkan tıkırtı seslerini dinlememi bekledi. Gözlerimin içine bakmadan iki kelime ekledi: geceye yıldız.

Bu sizin ilgileniyormuş gibi yapmalarınınız ne kadar tutar bilmiyorum. Ama bence asıl sorun bambaşka, bu sorun psikolojik bir kanser hem senin hem de diğer herkesin bedenine yayılmış. İlgileniyor gibi yapmak örneğinden yola çıkalım, kanser: gerçekten ilgilendigine inanmak ancak ilgileniyor gibi yaptığının bile farkına varamayacak seviyeye gelmek. Bir dakika düşündüğünde etrafındaki insanların aslında kendilerini inandırıp öyle olduklarını savunabilecekleri ancak gerçekte aslında inandiklarina uyuşmayan ya da farklı zamanlarda çelişen davranışlar sergilemelerini görebilirsiniz.

Mesela Vaaay basketbola bayılıyorum hep takip ederim deyip ayda bir defa skor durumuna bakmak gibi internetten.

Bence bu muş gibi yapmalarimizin özünde artık çok fazla şeyle ilgileniyor olmamız yada en azından öyleymiş gibi yapmamız yatıyor. Birinci ikinci üçüncü ve dördüncü planda olan onceliklerimiz o kadar karmaşık bir hal aldı ki, çok sevdiklerimizi bile beşinci plana atıp kendimizi onların birinci planda olduklarına inandırdık. Edimsel mi koşullandık koşumsal mı edimsendik o kısmı beni aşar. Hatırlatayım ben sadece üç beş kişinin okuduğu bu blogda zirvalayan bir mühendisim.

Sana hasret kaldım.. Beni bekliyor olmanı ummuyorum ve artık çok az şey umuyorum. Afili cümleler beni yoruyor. Dusunulmemis konuşmalar yapan veya söylediğim sözlerin tamamını bir bütün olarak anlayamayip bir kaç kelimede takılan insanlar da beni yoruyor. En çok annemi özlüyorum, en çok babamı özlüyorum, en çok çocukluğu çalınan bütün çocukların gözlerini özlüyorum, en çok elimden gelmeyen şeylerin zaman içerisinde akışını hayallerimde değiştirdiğim imgeleri özlüyorum.

Büyük adam olacağımı sanırdım, artık öyle bir sanım yok. İnsan ne ile yaşar?

21 Şubat 2017 Salı

Ben sordum, o söyledi

Bugün bir ağaç ile selamlaştım, gökyüzüne uzanan dalları geçen hafta kupkuru bir korkuluk gibiydi. Yalnız bugün işler farklı, dallarının ucu tomurcuklanmış, çiçeklere hazırlık var dedi. Mevlana'nın bir sözü aklıma düştü "sanmasınlar ki yenildik, sanmasınlar ki öldük, bir başka bahar için sadece yaprak döktük".

Gökyüzüne uzanan dallar gece karanlığında kaybolunca hava sıcaklığına yenik düşen soğuk ellerim kalemime tutundu -ki benim ellerim her zaman soğuktu. Bazen insanı yazmaya iten tek şeydir o duygu. 

Şuan yanımda olsan sana galaksimizde bilinen en yaşlı yıldızın 13,2 milyar yıl yaşında ve galaksimizin çapının yüz bin ışık yılı genişliğinde olduğunu anlatırdım. Belki sen ilgileniyormuş gibi yapardın, belki dalların gökyüzüne uzanır sadece bu galakside dört yüz milyar yıldızın kusursuz bir nizam ile nasıl döndüğünü anlardın. 

Ama şimdi susma zamanıdır en azından bir süre, sana hiçbir zaman söylemediğim kelimeler üzerine düşünüp taşınma sırası değil. Olan her şeyi bir bütün olarak kabullenişinin  yıl dönümünü kutlayan bir adamla tanıştığımdan beridir gitmelere ve sahte hayatlara uzak kalmalara daha da duyarsızlaştım. Dağ başlarında düşlerini kovalayan kişilere eşkıya denen diyarlardan boncuk karşılığı satılmış kan kokan topraklara dolaştım. 

Şimdi susma zamanıdır gülüm. Uçanların kanatlarının yandığını, uçarım diyenlerin yalanlara kandığını anlama zamandır. Herkes işine bakar, işine çok bakanlar yalnızlıktan bir kepçe daha tadar. Şimdi işine bakma zamanıdır. 




9 Şubat 2017 Perşembe

Yirmi Dördüncü İsim Günümde

Zamanında İzzet Altınmeşe'nin de seslendirdiği bir türkümüz vardır "Yaş Destanı". Belirli yaşlara belirli sıfatlar yüklenen bu sözler dizesinin bir bölümü şöyle: (tamamı da böyle)

Bir güzel ki, on yaşına girince,
Gonca güldür de henüz açılır
On birinde, gonca diye koklarlar;
On ikide, elma diye saklarlar;
On üçünde cevr-ü cefa çekerler ;
On dördünde, hamre şekere benzer.

On beşinde, güzelliğin çağıdır;
On altıda, gören aklın dağıtır;
On yedide, göğsü cennet bağıdır;
Uzanır kameti selviye benzer.

On sekizde, hem artırır zarını,
On dokuzda, terk eylemiş arını.
Yirmisinde, gözdedir şikârını,
Zincirlerden kopmuş aslana benzer.

Şimdi yirmi dört halen "zincirin koparmış aslan" sınıfında oluyor ve buna seviniyorum çünkü "yirmi beşte bıyıkları buğrulur, otuzunda akan sular durulur" şeklinde devam ediyor. Biz doksanlar çocukları biraz hızlı yaşlandık bence. Ama sorsan 50 ler çocukları da öyle 60 lar çocukları da. Bizlerin misafir olduğu ve dünyanın ise misafir terlikleri olduğu gerçeğini anlamak için 200,000 yıl önceye gitmeye pek gerek yok sanırım. Bu muhabbeti kapatıyorum içinizi baydım biliyorum.
_____________________
Yazdıklarımı çok nadir okurum. Yazma sebebim kendi yolculuğumu gözlemlemek de olsa, geçmişe dönüp bakmak ve özellikle kendinin kendi hakkında yazdıklarını okumak bazı insanlarda depresif duygular getirir. Bu yazdıklarımla mı alakalı bilmiyorum ama yazdıklarımı okumaktan 'kaçınıyorum' diyelim.
Bu isim günü başlıklı yazıların dördüncüsü olacak ve ilk defa kendi yazdıklarımı okuyup onların üzerinden bir şeyler yazacağım. (bkz: 21  - 22 - 23 )

Bu günden tam 3 yıl önce,doğum günümde bana en güzel hediye ablamın mutluluğu olmuştu. O mutluluğun meyvesi olan Ayşem ise şimdi tamı tamına 6 aylık. Bence oldukça büyük, benden kat kat akıllı ve komik. Ablamın evliliği ve başka bir şehirde yaşamaya başlaması aramızdaki bağı daha da kuvvetlendirdi. Gözden uzak olmanın gönülden yakın olmaya çevrilmesinin insanlara bağlı olduğunu ve bunun hem mümkün, hem muhteşem bir şey olduğunu öğrenmem de böylece gerçekleşmiş oldu


Yirmi ikinci isim günümde "baharı yaz uğruna ve aşkı naz uğruna" tükettiğimizi anlatarak bitirmişim. Geçtiğimiz yıl ise bir muhteşem bir gelişim ile "herkes kendi halinde şizofren" alıntısı son sözlerim olmuş.

Ah be arkadaşlar şimdi ben 19da gerçekten mutluydum. Gerçi şimdi yine mutluyum ancak kalmak istediğim yaş 19du. Sizin hep kalmak istediğiniz yaş var mıydı? Şu yaşımda loop'a girsem de hiç çıkmasam dediğiniz bir yaş..

Yirmi dördün bir özelliği var, ajitasyon için değil ancak bir gerçekliği dile getirmek için. Bu ailemle kutlayamadığım ilk doğum günüm. Vahh vaah çok da önemli bir mesele sanki dediğinizi duyar gibiyim. Evet değil çünkü bu bir seçimdir, seçim bana aittir, seçim size ait olduğunda sonuçları da size aittir arkadaşlar.

Bu sıralar dünyada çok kötü şeyler oluyor, ve bu kötülüklerden çağımız teknolojisi ve trendleri sayesinde anında haberdarız. Benim düşünceme göre dünyada her zaman kötü şeyler oluyordu, ancak şimdi bunlar gözümüze sokulduğu için, toplumların insanların hayat döngüleri ve davranış biçimleri büyük ölçüde öngörülebilir, yönetilebilir, yönlendirilebilir olduğu için, aslında beynimizin içinde yaşadıklarımız ve savunduğumuz doğrular ile sergilediğimiz eylemlerin farkılıkları arttığı için, son olarak da kötü şeylerin etki ettiği kitleler ve sonrasında oluşturduğu zincirin halkalarının sayısında artış olduğu için biz dünyada ve ülkemizde sürekli kötü şeyler oluyor diyoruz.

Çağımızın bir trendi olarak da kötü şeyler hakkında söylenip, kendi teritoryamız içerisinde güzel güzel yaşayıp gidiyoruz. Çünkü yaşamış olduğumuz çağ bireysel eylemlerin saman alevi gibi anında tutuşup anında popülerliğini kaybetmesi zemini üzerinde bir şekilde yapılanmış. 

E arkadaş bunları bize neden anlatıyorsun 24 yaşına gelmişsin halen "vik vik vik vik" demeyesiniz diye burada bu konuyu da kapatıyorum. 
_____________________

Okulda bu dönem toplamda 3 ders alıyorum, üç ders kulağa az gibi gelebilir ama ders saatleri ve ders yoğunlukları oldukça fazla. Geçtiğimiz günlerde hayatımda ilk defa bir sözlü (üniversite düzeyinde final) sınavına girdim ve güzel bir not alarak 3 dersin birini geçmiş bulundum. Daha sonra 1500 slayt civarı çalışmamız gereken konusu olan çok yoğun bir dersin sınavına 2 gün önce girdim, buna çok hazırlanamamıştım ama belki şans eseri geçerim diyordum ancak ondan da bu sabah itibariyle kaldığımı öğrendim.

Burada bütünleme diye bir olay yok ama bir dersi aldıktan sonra 1 sene içerisinde 5 defa farklı dönemlerde o dersin sınavına girebiliyorsun. Örneğin birinci dönem aldığın dersin sınavına istersen ikinci dönemin sonunda girebilirsin. 

Bu dönemi atlatırsam önümü görmek benim için daha da kolaylaşacak. Önümü görmekten kastım kendime güvenim gelecek, bir buçuk yıl sonra mezun olduğumda yapacaklarım yapmak istediklerimle ilgili hayaller kurmaya ve bunları size anlatmaya başlayacağım. 

İyi ki varsınız arkadaşlarım ve ailem, destekleriniz benim için çok anlamlı. Yanınızda olamadığım zamanlar için beni affedin. Ama telafi edeceğiz.

Son olarak Zagoncu'ya sormuşlar peynirli gözlemeyi mi çok seversin patatesli gözlemeyi mi diye. O da cevap vermiş "ülkeme dönüş yolunu gözlemeyi".

21 Ocak 2017 Cumartesi

bazı ilkler

Ankara'da göksu göleti buz tutmuş. İliklerimize kadar soğuğu hissettiğimiz ancak yanımızdakilerin muhabbetinden içimizin yandığı kış geceleri vardır. Yılları geride bırakırken anıları da depolarız zihnimize. Bazı anılar ilklerimizdir, ilk kez öptüğün insan veya ilk kez aldığın maaş veya üniversitede ilk tanıştığın arkadaş gibi şeyler olmak zorunda değil bu ilkler.

İlklerin içine minik şeyleri de dahil etmek beni mutlu ediyor, ilk kez pembe kapaklı bir su şişesinden su içmek veya ilk kez bir kırmızı şapka sahibi olmak diyelim. Bunu çok özele indirirsek ben bugün ilk kez Milano'da bisiklet sahibi oldum.

Güne nefes bile almadan ders çalışacağım ve diğer bir tabirle "yardıracağım" ümidi ile başlayıp saat 07.40 da kalkmış olmama ve 8 saattir günün içerisinde olmama rağmen ders anlamında elimde hiç birşey olmasa da artık bir bisikletim var.

Bugün ilk defa bisiklet yolunda bisiklet kullandım. Hatta yol aralarında bisikletler için kırmızı ışık var ve ışığın içindeki figür de bisiklet şeklinde. Tabi Milano da insanlar her ne kadar yaygın bir şekilde bisiklet kullansa da çok fazla bisiklet yolu yok, bazı ana caddelerde eğer yol yeterince genişse bisiklet yolu da yapmışlar, bazı park ve bahçelerin kenarlarında da bisiklet yolu var.

Normalde evim ve okulum arası 15 dakika yürüyerek, bisiklet bu anlamda süper işime yarayacak diyemem çünkü zaten çok uzak değil ancak boş zamanlarımda bisiklet sürerek keyif yaparım belki diyorum (ileride yapıp yapamadığımı anlatırım).

Milano da bisiklet ile tren ve metrolara binebiliyorsunuz, çoğu metro ve trenin merdivenlerini elinizde bisikletle çıkmanız gerekiyor. Bugün böyle bir yol ile geldim eve ve biraz belim ağrıdı diyebilirim. Bisikleti 65Eu ya aldım, Milano'da bisiklet hırsızlığı çok yaygın, hatta okula ilk geldiğimizde kesinlikle kötü paslı bisikletleri alın çünkü zaten çalınacak denilmişti, bu yüzden çok sağlam bisiklet kilitleri decathlon da 25Eu. Ancak şimdilik Türkiye'den getirdiğim idare eder kilit ile dışarıda gündüz vakti bırakabileceğimi ve akşam evde koridora bisikleti koyabileceğimi düşünüyorum.

Bisikleti ilk aldığımda havası biraz inikti, ikinci el olan bisikleti aldığım 2 tane yaşlı amca sıfır ingilizce ve bende sıfır italyanca ile anlaştık. Her ne kadar biraz sadece 1-2 defa binildi diye sallasalar da, ışıkların çalıştığını söyleseler ve çalışmamış çıksa da, lastiklerin havası inik benzincide şişirtirsin deseler de sağolsunlar güler yüzlüydüler. Bisiklete bindim gidiyorum yolda bir bisikletçi gördüm ve lastik havası şişirtmek için uğradım. İlk önce selam verip ingilizce bilip bilmediğini sordum ve hayır cevabı aldım, o bana Rus musun dedi ve ben Türküm dedim ve sevinçli bir el hareketiyle "Forza Erdogan" diyerek güldü. Ardından lastik değişcekmi diye sordu, ben de sadece şişireceğimi söyledim ve dükkandan pompa alıp bana uzattı. Lastikleri şişirip teşekkür ettikten sonra giderken arkamdan el sallayıp "ooo erdogan süper" falan demeye devam etti. Ben de "gülmeyi unuttuk be hüseyin"* şeklinde yoluma devam ettim :)

Benden haberler bu kadar, bu arada okulun sistemi de aşağıdaki şekilde, hani tatil yok mu gel de bi görüşelim diyenleriniz için :) 24. isim günümde belki sınav stresi arasında bir şeyler geveler buraya da yazarım. Ciao.
Ekim - Ocak sonu dersler
Şubat tamamı sınavlar
Mart-Haziran sonu dersler
Temmuz tamamı sınavlar
Ağustos tatil
Eylül (eğer kaldıysan bütünleme sınavları)

2 Ocak 2017 Pazartesi

Ajanda 2017

2012 yılından beri aldığım bir ajanda var metis yayınlarından minik, temalı, her sayfasında beynelminel bir şeyler yazan bir ajanda.

Yeni yıl hakkında bir yazı yazayım diye düşünürken Ocak ayı sonunda bitecek derslerim, Şubat ayı sonuna kadar sürecek sınavlarım ve Mart ayında tekrar başlayacak okulum yüzünden aklıma düşmez de yazamam diye bir gündüz vakti oturdum bilgisayarın başına.

Şuan kendi odamdayım, yıllardır yaşadığım şehirde Ankara'da. Youtube dan Jhon Denver değil de bebek ninnileri dinliyorum, çünkü kocaman yatağımda 65cm boyunda 6,8kg ağırlığında ve tamı tamına 5 aylık bir bebek kendi çapında sabah takılmacası yapıyor. Salyaları üstünü kirletmesin diye boynuna iliştirilen bezi elleriyle yüzüne çekiyor, yüzü kapanınca da panikleyip çırpınıyor. Eğer yüzünü açarsanız gülüyor, ama yüzü açılana kadar da çırpınıyor. Kimse bilmez ne düş kuruyor o güzel minik bakışlar..

Bazı insanlara herkesin yüzdüğü denizler güven verir, bazılarına kimsenin yüzmediği denizler cesaret ve keyif. Bazı kaptanlar kaptanlar keşif için doğmuştur, bazı süvariler sadece görev için sürerler atlarını. Bazılarının yazdığı kitaplar "ethica" olur "devlet" olur "yoldaş" olur, bazıları ise "yeşil deniz kabuğu" ile dokunur ruhlara.

Hayatı daha kolay ve zor kabul edilen bir gerçek var hem de herkesin bildiği; tek bir doğru ve yanlış yoktur. 2016 ülkemiz için çok zor bir yıl oldu ve "yine eksildik biraz". Kimimiz tahammülünü kaybetti, kimimiz neşesinden kalıcı parçaları, bazılarımız yakınlarını yitirdi, çoğumuz kinini biriktirdi. Korkarım ki coğrafi konumumuz gereğince sıkıntılarımız devam edecek, bu sebepten kendi sınırlı aklımla tek bir çözüm görüyorum: adam gibi çalışmak, tek doğru ve tek yanlış üzerine şu aptal inatçılığı bir yana bırakıp herkesin yaptığı işi en iyi şekilde yapmaya odaklanması. Çok zor biliyorum, ama bunu düşünmezsem bir kabullenişlik ve ardından da teslimiyet devreye girer ki bu daha kötüdür benim nazarımda.

Kötülükler karşısında güçlü olduğumuz bir yıl diliyorum, hem bireysel hem toplumsal boyutta.
___

Son olarak hafızama yenik düşerim de unuturum diye 2 Ağustos'tan beri Ayşem'e söylediğim sözleri yazayım.

Ayşem doğar, yağmur yağar, selam verir tüm bulutlar
İzmir'in üstünden uçan selam durur tüm martılar
Gün geçer ve Ayşem büyür martılar peşinde koşar
Yağmur yağıp ıslanırken çığlıklar atar ve coşar

Kimse bilmez ne düş kurar o güzel minik bakışlar
Gözler göremez gerçeği kalbiyle görür insanlar