Dünyada olmuş bitmiş hadiseler hakkında Âni Abimiz Tarih-i
Külhani'de yalan yanlış kıtır ve palavra şunlar buyurmuşlardır ki:

"Allahu Teâlâ’nın Âdem ile Havva'yı
Cennet'ten kovmasının neticeleri pek iyi olmamıştı. Çünkü âdemoğullarından
bazıları Dünya'yı cennet bellemiş ve zorbalığa meyletmişlerdi. İşte
zevatın başında şöhretli Kral Sargon geliyordu. Bin bir zahmetle ekip biçip süt
sağmadan bu adam, beleşten geçinmenin ve ondan bundan zorbalıkla avanta
koparmanın bir yolunu bulmuştu. Çünkü adamın ceddi serseriydi. Önce üç beş
kişiyle çiftlik basıp hayvanları afiyetle yer, o devirlerde nam ve şöhret ancak
zulümle yayıldığından, hatta hem zalim hem mazlum tayfasınca aynı görüldüğünden
çiftçileri öldürür, sadece birini sağ bırakarak onun, zorbalıktan ibaret
efsanelerini civardaki ahaliye anlatmasını sağlar, bu çiftçi de zaten olan
bitenleri bire bin katıp anlattığı için adamın şöhreti çabucak bütün havaliye
yayılırdı. Zamanla bu zorbaya başka yiyiciler de katılmak istemişti. Ama yağma
yoktu! Sargon maiyetine öyle aksırıklı tıksırıklı, hanım evlatlarını değil,
bileğine güçlü, iş becerebilecek zorba ve zalim yiğitleri almak yanlısıydı.
Geçtikleri yerleri çekirge sürüsü gibi kuruttuklarından, ekmeklerini kazanmak
için sürekli seyahat edip yeni köyler basmak zorundaydılar. İşte âdemoğlu belki
ilk kez, birbirine bu dönemde hakaret etmişti: Bir çiftliğin yağmalanması
ardından ganimet bölüşüldüğü esnada, zorbalardan biri diğer bir zorbaya, ‘Korkak!’
dedi mi onu, kendilerini tırmık ve yaba gibi ziraat gereçleriyle müdafaa eden
çiftçilerden tırstığı için yağmayı rizikoya sokmakla itham etmiş, dolayısıyla
zorbanın ekmeğiyle oynamış olurdu. O devirlerde ekmek kolay kazanılmadığı için
itham edilen şahıs kendisini korkaklıkla itham eden zorbaya hemen oracıkta
cesaretini ispat için kavga başlatmaya, ona ağız burun girmeye mecburdu. Aynı
şekilde âdemoğlu ilk kez bu dönemde birbirine gönül alıcı sözler söylemişti:
Ellerindeki yabanlara direnen çok sayıda çiftçiyi demir kılıncıyla teker teker
gebertip hacamat eden bir zorba, Sargon tarafından ‘Cesur!’ diye methedilir,
ganimetten daha fazla pay kopartırdı. Aslında Kral Sargon, ziraatçılardan çok
şey öğrenmişti. Çiftçilerin hayvanları evcilleştirdiği gibi o da, çiftçileri
evcilleştirdi: Artık ineğin kanı değil, sütü içilecekti. Böylece ceddi vaktiyle
serseri iken o, krallığını genişletti. Sarayında bir eli yağda bir eli
baldaydı. Ayrıca çoluğu çocuğu torunu tosununun istikballeri, bu krallık
sayesinde teminat altındaydı. Ama Allah’ın sopası yok, krallığı o vefat
ettikten çok sonra yıkılıverdi. İşte bu yüzden, dünya hayatından ne kadar akam
alıyorlarsa vefat da onlar için büyük bir korku kaynağıydı.
Sargon gibi diğer
bir zorbanın, Ramses’in de vefat etmekten ödü patlar, bu yüzden sadece
askerlerden değil, hekimlerden oluşsan bir ordu da beslerdi. Ama adam bu yüzden
aklını oynatmıştı! Bu firavun ilahlığı ilan etti ve tebaasını ölümsüz olduğuna
itikat ettirdi. Ancak kendisi, iman zayıflığından olsa gerek, ölümsüz bir ilah
olduğuna pek o kadar inanmıyordu. Bu sebeple akrabalarından helal süt emmiş,
itimat ettiği şahıslara, eğer günün birinde Emri Hak vaki olursa, hekimler
ordusunu seferber edip onların, bedenindeki ölüm denilen hastalığı
iyileştirmelerini sağlamalarını, hekimler bunu başaramazlarsa onların tek tek
ölüdürülmesini vasiyet etmişti. Ama hekimler anasının gözüydü ve merhum
firavunun akrabalarına, ölüm denilen hastalık için gereken ilaçları
verdiklerini, ama ilaçların tesirinin asırlar sonra görüleceğini yemin billah
ede ede anlatmışlardı. Böylece mimarlar ordusu seferber edilerek Ramses’in
bedeninin arsılarca muhafaza edileceği bir piramit inşa edildi. İşte
firavunları birer müşteri olarak kabul eden mumyacı hekimler ve piramit
mimarlarının başını çektiği bir ahret sanayi ortaya çıktı. Önce bir talep
patlaması olmuştu. Ama ilmin sırlarının saklanmayıp ona buna öğretilmesiyle arz
arttı ve nihayet sıradan bir köylü bile, kendini karınca kararınca
mumyalatabiliyor ve mütevazı piramidine defnedilebiliyordu. Gerçi Ramses
kendine piramit yaptırmıştı ama, bunda kibir mibir yoktu. Bu sadece sağlık
sıhhat nedeniyleydi ve zavallı, ahrette selamette kalmak azmindeydi. Gerçi adam
ilahlığını da ilan etmişti. Ama o devirdeki ilahların hemen hepsi
alçakgönüllüydü ve hiçbiri, ‘Dünyayı ben yarattım!’ demiyordu.
Ama tüccarlar
yok mu! Hani şu Yunanlı tüccarlar! İşte bu hergele takımı ne Sargon’a ne de
Ramses’e benzerdi. Ne açıkgöz ne cin fikirliydiler! Pazar yerinde uygun
müşterileri buldular mı, adamın elini kavrayıp bırakmaz, pazarlık esnasında
müşterilerinin kolları omuzlarından çıkana kadar ha bire sallar da sallar,
nihayet kendi analarını on kuruşa satarlardı. Tüccar Yunanlı’ya göre para ile
imanın kimde olduğu belli olmadığından, bar bar bar konuşan farklı milletler
onlar için sadece kazıklanacak birer müşteriydiler. Kah Sargon’un kah Ramses’in
züriyeti sarayda yahut tapınakta ahıreti tefekkür ederken, Yunanlı tüccar
yatırım hesabı, daha doğrusu sadece hesap yapardı. Adamların hesaplarının doğru
olması icap ediyordu, yoksa topu atarlar, parasız çulsuz kalırlardı. Tüccarın
hesabı öyle bir şeydi ki, tılsım büyü dua para etmez, ancak adam aklını
kullanırsa doğru çıkardı. Para hırsları attıkları kazıklar ve hesapları
sayesinde öyle zengin oldular ki, sikkeleri kadar akılları da som ve saf oldu.
İşte bu akılla felsefe denilen faaliyetin mucidi oldular. Eflatun nam bir
feylesof ‘Bu dünya, fikirler aleminin bir taklididir’ dediğinde Fars kralı Dârâ
‘Nah! Asıl fikirler, bu dünyanın bir taklididir’ demişti. Batılı ve açıkgöz
Yunanlılar’a karşı Dârâ’ya bir Yunanlı sahtekar tüccarın kendisine Apollon
mabedini satıp, ihtiyarlık günleri için biriktirdiği parayı aldığını, bir
başkası ise, amfitiyatro karşılığında yine bir Yunanlı’ya dünya para verip
dolandırıldığını söyleyip sızlanıyordu. Fars Kralı Dârâ haksızlığa gelemeyen
bir hükümdardı. İşin daha da tuhaf yanı, Yunan milletinin kralı bile yoktu ve
bu cibiliyetsizler, menfaatlerini kollamak için reislerini rey ile seçerlerdi.
Zaten reislik onlar tarafından zül ve zahmet addedildiğinden, devlet
meseleleriyle uğraşmayana ceza kesilirdi. Bu yüzden ordusunu toplayıp öfkeden
ağzında köpükler saça saça Yunanistan üzerine yürüdü ve taş üstünde taş
bırakmadı.
Ama daha sonra zuhur edecek Filip nam bir kral vardı ki bu diğer
Yunanlılar’a pek benzemiyordu. Bu adamın parada pulda gözü yoktu. Anlaşılan o
ki oğlu İskender de kendisi gibi olsun, fetihlerle krallığını neşletsin
isterdi. Hatta oğlunun istikbali için onun tahsilini de düşünüp Aristo nam bir
feylozofu İskender’e hoca tuttu. İşte bu oğlan daha sonra Muhteşem İskender
namıyla ordusunu Fars diyarına sürecek, bu diyar ahalisinin canına Yasin okuyup
Fars Krallığı’nın çırasını yakacaktı. Hocası Aristo ona, insanoğlu denilen çiğ
süt emmiş yaratığın ‘düşünen hayvan’ olduğunu anlatmıştı. Bu sıralarda bir
hayvan, bir kurt, Romus ve Romulus nam Rum ikizini emzirmekteydi ki, bunlardan
ikincisinin zürriyeti dünyanın anasını ağlatacaktı. Roma’yı da zaten ikincisi
kurdu. Bu şehirde, ‘Aman kimse kral olmasın da hürriyetimizi kaybetmeyelim!’
diye ‘senato’ adı altında bir moruklar meclisi bile vardı. Gayet haklı olarak o
kadar ödlek o kadar tabansızdılar ki, kendi askerlerinden bile ödleri kopardı.
Çünkü Allah korusun, ordunun paşası şeytana uyar da ellerindeki askeri kuvvetle
Roma’yı işgal ederse, al sana bir zorba! Bu yüzden kendi ordularının Roma’ya
girmesini yasaklamışlardı.
Ama günün birinde Sezar nam bir paşa, ordusuyla
alkışlar arasında Roma’ya girdi. Herkes onun iktidarı alıp ona buna çatarak
zorbalık yapmak istediğini zannetmişti. Ama onun amacı iktidarı değil,
çocukluğundan kalma Gülgoncası’nı almaktı. Fakat nerede ve kimde olduğunu
bilmiyordu. Asker olmasına rağmen sormaya da cesarti yoktu, sadece senatoda
moruklar onu bıçaklarken evlatlığı Brütüs’e ‘Sende mi Brütüs?’ diye
sorabilmişti. Sezar’ı övdükten ve gömdükten sonra harpler ve fetihler devam
etti. Cümle alem Rum mezalimi altında inim inim inliyordu. Anlaşılan bu dünya
cennet falan değil, cehennemin ta kendisiydi. Cennet olmasaydı, onu icat etmek
gerekecekti. Nitekim biri etti ve onu da çarmıha gerdiler. Fakat hatırası
unutulmayacaktı. O, büyük bir krallığı MÜJDEliyordu. İşte bu krallığın tebaası,
ölümden sonra cennette yaşayacaktı. İşin tuhaf yanı, dünyada kim en çok çile
çekerse, bu krallığın gözdesi olacaktı. Rum zulmü, bu dinden olanlar için
biçilmiş kaftandı. Ancak Konstantin nam bir kral, zahmetli bir harbi, rüyasında
haç gördüğü için kazandığını zannetti ve bu dini, Rum diyarının resmi dini ilan
etti. Fakat fetihlerle akan zenginliğin getirdiği rehavet bir yandan, tokat
şakladıktan sonra diğer yanağı çevirme düsturu diğer yandan, Rumlar
zayıflamıştı. Nihayet Alarik nam bir barbar Roma’yı yağma etti ve Odavakar adlı
diğer bir barbar da Rum kralının bizzat kendisi olduğunu cümle aleme duyurdu.
Roma’da Rumlar’dan iz eser kalmamıştı ama bir tek şey dışında: Papa!
İşte bu
şahıs rahiplerini saf ve vahşi barbarların arasına saldı. Papa’nın adamlarının
anlattığı doğruysa, barbarları büyük bir tehlike bekliyordu! Barbar sormuştu: ‘Nerede
bu tehlikeli şey? Göster de mahvedeyim onu!’ bu sırada kanlı baltasını
kaldırmıştı. Papa’nın adamı, ‘işte! Tam arkanda!’ deyince, barbar arkasını
dönmüş ama kimseyi görememişti. Bunun üzerine Papa’nın adamı olan rahip ‘Nereye
dönersen dön, o her zaman arkandadır, O Seni yaratan ilahtır ve şu anda canını
almaya hazır! Diz çök! Af dile! Vaftiz ol!’ demişti. Böylece barbarlar Papa’nın
sözünü ettiği varlıktan korkmakta bir sakınca görmediler. Varsın böyle bir ilah
olsundu! Zararı yoktu. Ama bu adamlar şarap içince birbirlerine, doğrusu pek
korkunç masalları hakiki diye anlatıyorlardı. Bu sebeple onları rahipler değil,
asıl kendileri dindar kıldı. Üstelik kiliselerdeki duvar resimleri de o
devirlerde, ressamlar pek maharetli olmadığından, insanın içine ürküntü
veriyor, din ulularının suretleri mumların titreşen ışığında adamların içine
dehşet salıyordu. Böylece barbarlardan ezkaza kral olanların kafalarına, bizzat
papa tarafından taç yerleştirildi. Ayrıca sevap kazanmak için Papa, bu
cahillere az buçuk ilim irfan bile öğretti. Ama yine de pek vahşiydiler! Hele
içlerinde bir piç vardı ki Vilyam adını taşıyordu. Piç diye alay edilen bu adam
sonunda bismillah deyip ordusuyla Britanya’yı fethetti. Fespinister Kilisesinde
İngiltere Tacını giyip derhal Fatih Vilyam diye anılmaya başladı. Derken
kralların teker teker kıçları kalkmaya başladı. Vilyam’ın zürriyetinden Rişar,
kahramanlığıyla nam salmıştı. Papa ona ve sair krallara ilahlarının çarmıha
gerildiği mukaddes toprakları fethetmeleri için fitil verince, binlerce serseri
ve zorba yola revan olmuş, ama Papa’nın bu şekilde kıl atmasının neticesi
hüsranla sonuçlanmıştı. Arslan Yürekli Rişar gurbetten memleketine dönemeden
vefat etti. O cesur biriydi. Fakat işe bak ki, ondan sonraki Con, epey
tıynetsiz çıkmıştı. Milletine laf lakırdı dinletemedi. Tebaası büyük bir
kartona arzuhal yazıp adamacağızın önüne koydu. Kral da Büyük Karton’a mührünü
basmaya mecbur oldu. Pap’nın pompaladığı harp, yine tüccarın işine yaramış, bu
taife ziyadesiyle zengin olmuştu. Ama bu, birçok kişinin işine geldi. Hin
tüccarlar sayesinde paranın akması sonucu, kilise duvarına o dehşetengiz
resimler yapan, menazır hissi bozuk, beceriksiz ressamların yerini, hisli ve
içli, narin ve nazik, eli işe yatkın üstadlar alınmıştı. Bu sanatçılar, hepsi
birer şaheser olan resimler ve heykeller yapa yapa keselerini dolduruyorlardı.
Hele hele üstadlardan biri, tam 16 kilisenin tavanını boyayıp servetine servet,
şanına şan katmıştı. Çünkü kabiliyet olduktan sonra herkese ekmek vardı.
Gel
gör ki elalem dünya kadar para kazandıkça adamın birinin ağzının suyu akıyordu.
Bu zat, para ve sabit gelir peşindeydi. Az buçuk bilgisi ve yarım aklıyla
Kraliçe İzabella’nın huzuruna çıkan bu adam allem etti kalem etti ve
kadıncağızı kendisine üç sefine vermeye ikna etmeyi başardı. Kolomp nam bu zat,
sefinelerle Hindistan’a varacak ve oranın valisi olacaktı. Derken uçsuz
bucaksız deryaya yelken açtı ve hakikaten de haftalar sonra karaya vasıl oldu.
İşte bu yepyeni dünya, altun ve gümüş kaynağıydı. Çok geçmeden sefineler,
yüzlerce ton altın ve gümüşü limanlara taşıyorlardı. Ama bu madenler ne yenilir
ne de içilirdi. Bu işler zevkü sefa içinde yaşayan krallara ve kişizadelere
bırakılmayacak kadar nazikti. Böylece Hindistan’a ticaret yapacak şirketler kurulmaya
başlandı. Şark sultanlarının zenginlikleri harplerde kazanılan altın, gümüş,
zümrüt, elmas gibi abuk subuk şeylerden gelirken, Hindistan Kumpanyası’nın
zenginliği pamuk, tütün, baharat, ipek gibi daha mütavazı mallardan oluşuyordu.
Para olduk gibi akmakta hemen herkes zengin olmaktaydı. Papa bile endüljansla
ihtiyacı olan günahkarlara cennetten parsel parsel arsa satmıştı. Ama papazın
biri bu koftiyi yutmamış ve Papa’nın gazabını celp edecek şekilde bir beyanname
karalayıp bunu mabedinin kapısına çivilemişti. Bu yetmiyormuş gibi bir de
ilahlarının sözlerini kulağı olan işitsizn, okuması olan söksün diye kendi
lisanına tercüme ederek fitne çıkarmıştı. Daha da kötüsü, Papa’nın alimleri
Latince okurlarken, zamane alimler kitapları fırlatıp atmış, rasathanelere,
tabiplerin teşrih odalarına ve laboratuvarlara girmeye başlamışlardı. Artık
kitaplar değil, Tabiat’ın kendisi okunuyordu. Bu da elbette küfürdü. Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi İngiltere kralı, karısını boşamak için kız tarafını
tutan Papa’yı yok bile saymıştı. Ama bu adamın ülkesinden daha sonra kendi dini
hürriyetleri için bir grup hacı, Mayısçiçeği adı taşıyan bir sefineyle Yeni
Dünya’ya göç edip orada kendilerine itikatlarına yaraşır bir hayat kuracaktı.
Zamanla bu kıtaya daha da fazla muhacir geldi. Bunlar Rum lisanındaki tabirle
birer kolonus yani birer çiftçiydiler. Yaşadıkları yere de koloni deniyordu. Bu
çiftçiler aralarında azalar seçip onları meclise yolluyor, ama mecliste daima İngiltere
kralının valisi söz sahibi oluyordu. Üstelik bu adamlar İngiltere ye dünyanın
vergisini veriyorlardı. Nihayet vergiler bellerini büktü, şimdi ve burada seçme
ve seçilme hakları olduğu halde dağa çıkanlardan farklı olarak bu çiftçilerin, İngiltere
meclisinde kendilerini temsil etme hakları yoktu. Buna tahammül edemeyip isyan
ederek bir bağımsızlık beyannamesi kaleme aldılar. Fransa kralı Lui den de
yardım görüp galip geldiler.
Ama Fransa kralı hem bu harp hem de zevcesi Mari
Antuanet’in müsrifliğiyle milletini fakir düşürmüştü. Zaten ekmek derdinde olan
insanları ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ sözü iyice galeyana getirmişti.
Baldırı çıplaklar böylece Bastil denilen kaleye yürüdüler ve burayı zapt
ettiler. Derken bu namussuzlar, kendi krallarının kafasını kesti. Demek ki
kralların da kafaları kesilebiliyordu. Haydi bu bir derece haklı görülebilirdi.
Ama ‘ihtilalin alimlere ihtiyacı yok!’ dedikten sonra tabiat aliminin kellesini
uçuran donsuz serseriye ne demeliydi? Derken ortalıkta kan gövdeyi götürmeye
başladı. Baldırı çıplak ahali birbirlerine, krallarının onlara yaptığından daha
fazla zulmettiler. Çünkü mağlupken mazlum, galipken zalimdiler. Kralın
kafasının kopartılmasının ardından ortalıkta Sargon’dan ve hatta Firavun’dan
bile daha zalim bir canavar peyda olduverdi. Bu canavar, Leviathatn, halk
yığınlarının ta kendisiydi. Asırlardır kendilerinden emilen kanı, bir anda
iştahla ondan bundan, hatta birbirlerinden emmek istiyorlardı. Ardından
Napolyon nam bodur bir topçu bu keşmekeşe son verdi. Canavarlarını kavmiyetçilikle
ta Rusya’ya sürüp telef etti. Kleopatra’hnın burnu iki santim kısa, topçunun da
boyu on santim uzun olsaydı tarih akışı değişirdi. Derken iştirakiler paiyahtta
barikatlar kurdular. Kendilerinin köle olduklarını da söylüyorlardı. Oysa
Cemahir –i Müttehide’deki köleliğe son vermek için çıkan dahili harpte ölen
beyazların sayısı neredeyse, orada bulunan zenci kölelerin sayısına eşitti.
Öte
yandan Karl nam bir Germen, onlara imalattan gelen kudretlerini kullanmalarını
tembih ediyordu. Oysa kitleler üretimden çok yıkıma yarıyordu. Şehirlerin
sokaklarına barikatlar kurup iştiraki bir hayat için muharebe ettiler.
Medeniyet adına ne varsa, silmesinin bizzat kendilerinin mamülü olduğunu,
dolayısıyla başka hiçbir şahsın bu kalemler üzerinde hak iddaa edemeyeceğini
söylüyorlardı. Evet! Kitleler bartuttan sonra keşfedilen en ölümcül silahtı.
Onları artık krallar değil, halk avcıları kullanabilirdi. Çünkü kitleler
dalvaukları severlerdi. Tek iken sefil, zavallı ve haksız, bir araya
geldiklerinde ise şerefli, kuvvetli ve haklı oluyorlardı. Bu on pezevenkin bir
araya gelince bir aziz etmeleri kadar akla havsalaya sığmaz bir şeydi. Derken
büyük harp çıktı da biraz susar gibi oldular. Yine ölen de öldürülen de
onlardı. Ama şimalde bir memlekette Çar’ın da Çariçe’nin de çocuklarının da
çırasını yaktılar. Ardından kıtlıktan milyonlarca insanın vefatına yol açtılar.
Şahlanan bu canavarı dizginlemenin bir yolu olmalıydı. İşte vaktiyle onlara
ölümden sonra da olsa bir cennet vadeden ilahlarının gerildiği haç , kırıldı ve
bu kez gamalı olarak onları tekrar şahlandırdı. ‘Hay- Hitler!’ diye
bağırıyorlardı. Sene 1934 idi.”
İhsan Oktay Anar - Yedinci Gün / Sayfa 189- 198 Arası
Çok uzun bir yazı, eğer tamamını okuyan varsa bana ulaşsın çay ısmarlayacağım :)